hesabın var mı? giriş yap

  • galatasaray - beşiktaş maçi sonrasi, sergen beşiktaşli yasin'in formasini giymiştir maç bittikten sonra, bir kamera ile mikrofon gelir, röportaj başlar:
    -sergen sirtinda beşiktaş formasi var bunun anlami nedir acaba? {büyük av yakalamiş olmanin heyecani ile sormaktadir, acaba sergenin kalbinde hala beşiktaş mi vardir? büyük bir mesaj mi veriliyordur? aman tanrimdir!}
    sergen: valla yasin formami istedi, ben de çiplak gezecek değildim heralde

  • üzerinde minicik lego yazan yassı silindirlerin bağlı olduğu küçük parçacıklara lego denir. bir zamanlar, bu yassı silindirlerin sayesinde birbirine tutturulan parçaları kıç kıça ekleyip canınız ne isterse yapabiliyordunuz.

    lego, dünyada yapılabilicek en keyifli işlerden biridir. alınırdı bir kutu lego, mesela bir postane (ki benim ilk göz ağrımdır) kutunun içinden bir şablon çıkar, bu şablonda da postanenin nasıl yapıldığı basamak basamak gösterilirdi. benim genellikle karşılaştığım sorun, (tabii ki postane kadar basitlerinde diil, pöeh) yapmaya başladıktan üç beş basamak sonra eğer taa başlardaki ufak bi ayrıntıyı atlamışsam işin içinden çıkamamamdı. bazen de inşaat biter ama parçalar artar, ulan nerde neyi eksik yaptım diye bütün şemayı baştan başa tekrar incelerdim. lego yaparken özellikle de uzay treni gibi koca şeylerde, (kutuların sağ üst köşelerinde beyazla yazılmış lego kodları vardı, uzay trenininkinki 6990'dı, daha yükseği de yoktu, eee...) bütün poşetleri açar, bütün parçaları saçar, sonra da şema önümde başlardım sayıklamaya... "ince ikiliii, ince ikili kırmızıııı...", sonra "10 lu ince siyaaaaaahh..." neyse, saatler boyu ayaklarım kıçım uyuşurdu ama sonunda itfayeyi de dikerdim.

    aklıma gelen başka bir şey de, bozarken yaşanılan sorunlar üzerine. ince parçalar birbirlerinden kolay kolay ayrılmazdı, bunları ayırmanın en geçerli yolu dişlemekti, bundan dolayıdır ki, ilk alınan (dolayısıyla en eski) legoların pek çok parçası diş izleriyle doludur, yeni alınanlarsa çiziksiz gıcır gıcırdır.

    peki soora? ne bok yenicek itfaye istasyonuyla? (dudaklarımın kenarlarında ki havyarları silip belirtiyim, koca bi şehrim, apayrı bir de uzay üssüm vardi) legonun kötü yanı buydu işte... oturup saatlerce oynanmazdı, ama saatlerce yapılırdı. tek çözüm kalırdı böyle durumlarda: itfaye'yi, postaneyi hamburgerciyi birleştirip bi nuhun gemisi yapmak. işte legonun asıl keyfi bundan sonra başlar zaten.

    lego'nun bi de sosyolojik boyutu var onu da inceliyim eksik kalmasın. lego'nun ortamı harikadır. işsiz güçsüz adam yok, herkes görevinin bilincinde, hayatından mutlu, sürekli sırıtan bi yüz ifadesiyle ortalıkta dolaşır. deli gibi de tatmin yaşadıkları her hallerinden bellidir, hatta dikkat ediniz legolar şirinler'den bile daha toz pembe bi hayat sürerler ve de teknolojileri de aşmış durumdadır. evet, şirinler de üremez, ama en azindan bir bebek şirin vardı öyle değil mi? bunca lego yaptım, ne bir bebek, ne de bir bebek arabası görmedim. (yıllar sonra bir ara "sadece kızlar için" pembe legolar çıkmıştı, onları tabii ki ciddiye almıyorum). aslında pavyon ya da kerhane gibi setler de üretildiğini de görmedim, halbuki polisi, itfayesi, tam teşekküllü 4 yatak kapasiteli hastanesi vardı.

    gel zaman git zaman, parçalar özelleşti. şimdi buraya "(bkz: evrim)" demem gerekir, ama baktım çok fazla laf dönmüş o başlık altında o yüzden burda kısaca açıklamaya çalışiyim. lego'yu lego yapan şey az çeşit çok parçayla, çok çeşit az şey yaratabilmenizdi. oturur, o minik yapi taşlarıyla aklınıza ne gelirse yapabilirdiniz. ama geçenlerde göz attığımda gördüm ki parça çeşitleri çoğalmış, abuk ubuk, koca koca, cins cins, tür tür, hayatta da şablon'un şemanın dışında kullanılamayacak parçalar çıkmış, yani parçalar türleşmişti. (üstüne bi de elektronik bilmemneler gelmiş, üstelik fiyatı da kol gibi olmuş, eskiden bu kadar pahallı diildi bu meret).

    evrim de budur işte! eğer uygun ortam sağlanırsa, organizma çeşitliliği artar ama, zaman geçtikçe ortama uyum sağlayamayan özellikler de elenir. burda da aynen bööle olmuştur, lego "tutmayın beni!" diyip çoşmuş, çeşit arttırmış (mesela kasklar değişti zaman içinde, önlerine inip kalkan çok havalı camlar takıldı) sonra duramayıp işin bokunu çıkarmış yavaş yavaş da bulunduğu yerden inmiştir. (starwars vs. icraatları...) halbuki istiyen alsın starwars bebeklerini, bende imparator vardı, çok da iyiydi.

    malumunuz devir bilgisayar devri, benim kız kardeşim evcilik oynamadı hiç, ama sims oynuyo sürekli.

    idda ediyorum, lego komedi işlere girmeyip kendini kurtarıcak bi çıkış yolu bulabilseydi, herkes saatlerce lego yapar mutlu olur, para ve bolluk içinde yaşar, ülke de kalkınırdı, ama olmadı, olamadı olayın tabiatından dolayı.

  • twitterda yeni hesap açıldığında oluşan yumurtalı profil fotoğrafının, twitter kuşunun yumurtladığı yeni üyeleri simgelemesi.

  • ikinci dünya savaşı yılları... londra, alman bombardımanı altında.
    tam bu günlerde george orwell, bbc radyosunda hitler'den söz eden bir program sunuyor. ve kaçınılmaz olarak hitler'in "kavgam" adlı kitabından parçalar aktarıyor.
    bbc, kuralları gereği hitler'e telif hakkı ödemek zorunda ama ingiltere ile almanya savaş halinde bulundukları için bütün diplomatik ve ticari ilişkiler kesik.
    bbc yöneticileri epey uğraştıktan sonra bir yol buluyor ve hitler'e telif hakkını norveç hükümeti aracılığıyla ödüyorlar.

    ingilizlerin disiplini ve is hayatındaki kurallara riayeti herkesçe malum zaten. acaba bu davranışı erdemli bir hareket olarak mı görmek gerek yoksa ingilizler'in bu katı tutumuna mı vermek mi bilemedim.ne olursa olsun ibretlik bir hareket.

  • 2 büyük rezalete sahne olan maç

    1. konyaspor ceza sahasında yoğun buzlanma vardı. içeri giren fenerli düşüyordu ve hakem buna rağmen maçı oynattı. en azından maça ara verip zincir taktırabilirdi.

    2. yine aynı hakem uzatmaların ikinci devresini oynatmadan maçı bitirdi.

    aziz yıldırım'dan 3, mahmut uslu'dan 2 tane basın toplantısı bekliyorum

  • bu da böyle bir nesil işte. çok abartmamak lazım.

    gerekli doneler:

    -bayatlamaya yüz tutmuş, istiflenmekten ezilmiş bir somun ekmeğin yarısı
    -dün akşamdan kesilmiş domatis
    -az yağlı bol sulu peynir
    -kağıt inceliğinde üç dilim salam
    -arzuya göre zeytin ezmesi, salça
    -yanına fruko ya da kahverengi cam şişede tamek
    -sandviçi oturup yemek için kapı önünde konuşlanmış meyve kasası (yandan çivi fırlayanından)

  • iyiden iyiye insanı güldüren manadır.

    hele bu sözde 'mana'yı dile getirirken takındıkları o ciddi tavır yok mu ahaha ya tamam sizsiziniz amk siz.

    -büyük beşiktaş taraftarı he de hödödür
    -şerefli beşiktaşız biz renkliler anlamaz.
    -onurlu duruşumuz var bizim.

    blabla

    yok ebesinin örekesi afedersin. taraftarsın ulan sen ne bu oligarşiye savaş açmış don kişot tavırları, ne bu jan darc havaları, ne bu takımına laf geldiğinde kendisine ''tavuk'' denmiş marty mcfly ciddiyeti.

    yapmayın komiksiniz.

  • başıma birşey gelmeyecekse önceleri beğendiğim bir maç spikeriydi. maç anlatırken saçma ve bazen anlamsız tabirleri olsa da, bu durum maçı ondan dinleyenleri güldürür, bu dinamik anlatımıyla maçın da ekran başındakiler için canlı geçmesine katkıda bulunurdu bana göre. özellikle barcelona-arsenal finalindeki anlatımından çok keyif almıştım. hatta bir dönem melih gümüşbıçak yerine süper lig maçlarını anlatmasını dilediğimi bile hatırlıyorum.

    sonra ne olduysa bu adam başka bir tarafa evrildi, artık sunduğu maçlarla değil beyaz futbol gibi bir ucube programla anılmaya başlandı ve kendisine karşı sempatimi yitirmeye başladım. şimdi de büyük resim görmeye başlayınca ve edepten yoksun twitler atmaya başlayınca, hepten kendini kaybettiğini kanıtlamış oldu.

    kısacası; maç spikerliği dünyasının gelecek vaad edip fos çıkan genç yetenekleri arasında yerini alan isim olmuştur kendisi. haa köşeyi dönmüştür orasını bilemem, ama kariyerini mahvettiği kesindir.

  • çok kırgın olduğum ülke. sebebini aşağıda açıklıyorum.

    2021 aralık ayında linkedin aracılığıyla dublin'de bulunan bir matbaa işletmesine iş başvurusu yaptım. lise ve üniversite olmak üzere matbaa ve grafik tasarım üzerine eğitim almış ayrıca 15 yıllık piyasa tecrübesi olan 30 yaşında bir adamım. matbaa baba mesleğim.

    velhasıl dediğim gibi 2021 aralık ayında işe başvurdum, birkaç gün sonra firma sahibi mesaj attı "i will give you a call tomorrow" diye. heyecan tavan yaptı tabi. tamam falan dedim ama telefonda konuşacak kadar iyi ingilizcem yok. bunu da söyledim. ama o sırada birebir ingilizce dersi alıyordum ayrıca speaking pratiği için de cambly kullanıyordum. velhasıl linkedin üzerinden yazışarak devam ettik. ingilizce çalıştığımı söyleyince, "tecrübelerin bizim için çok iyi . dil de çalışıyorsan olabilir" dedi.

    araya christmas falan girdi ben tam unuttular beni dediğimde bir mesaj daha aldım. "masraflarını karşılarsak 1 hafta denemeye gelebilir misin?" diye. gelirim tabi ki dedim. velhasıl uçak bileti vs. her şeyi aldılar ve nisan 2022'de 10 günlüğüne dublin'e gittim. işte her şey burada başlıyor. dublin'e business vize ile gittim. şirket tarafından yazılmış bir davet mektubu ve açıkça "digital print operator pozisyonunda denenmek üzere" yazıyordu ingilizce. bu dosyalar konsolosluğa gitti ve vizem onaylandı yani.

    gittiğim hafta pazartesi-cuma full time çalıştım. işi bildiğimi direkt anladılar zaten. dilde ufak tefek sorunlar oldu tabi ki ama çok iyi dil bilen arkadaşlarım bile native biriyle konuşmak öyle hemen olmaz falan gibi şeylerle beni gazladılar ki bu da doğruymuş. denemenin 2. günü işletme sahibi yanıma gelip "cuma günü paskalya, plan yapmışsındır belki ama 1 saat bana ayırabilirsen detayları konuşalım" dedi. ben tabi havalara uçuyorum.

    cuma günü geldi çattı, açtık çalışma bakanlığının sitesini girdik benim pasaport bilgilerini vs. çalışma izni başvurusunu tamamladık. ben istanbul'a döndüm, yine kontaktayız tabi. ara ara hal hatır soruyoruz birbirimize falan. çalışma izni başvurusu 12 haftayı bulabilir diyorlardı, adam da razı oldu buna. benim zaten seçme lüksüm yok. ne zaman deseler gideceğim yani.

    5 mayıs 2022'de çalışma izni başvurusu alındı, 21 temmuz 2022'de bana mail yoluyla iş sözleşmesi geldi. ben sözleşme gelene kadar hala "çıkmaz belki çok umutlanma" diyordum kendi kendime. ama sözleşme geldikten sonra tamam dedim oldu bu iş artık. sözleşmede maaş, sigorta, yıllık izin cart curt hepsi yazıyor. tamam dedim artık yani. neyse araya hafta sonu girdi ben tabi keyifle bunu kutluyorum. ağustos ortası gibi giderim artık diyorum.

    daha doğrusu diyordum. ta ki düne kadar. dün bir mail adım. "your application is refused" başlıklı. bu arada bu maili aldığım esnada dublin'de bir ev sahibiyle kira detayları konuşuyordum. 5 dk daha geç gelse mail 1700€ depozitoyu göndermiş olacaktım. maili açınca mermi yemiş gibi oldum. aşağılara doğru indiğimde matbaa sektörüne çalışma izni vermiyoruz yazıyordu. ulan nasıl vermiyorsunuz? denemeye gittim ya. orada da yazıyordu. firmanın adı zaten bilmem ne print. daha ne kadar belirtilebilir bu. 3 ay beklettikten sonra mı söylüyorsunuz bunu?

    sonrasında iş yeri sahibiyle yazıştık, o da bu durumun çok saçma olduğunu, itiraz hakkımız olduğunu ama sonucun değişeceğini sanmadığını falan söyledi. yaklaşık 8 aydır umut bağladığım, üzerine plan yaptığım şey 3 paragraf mail ile son buldu anlayacağınız. şu an yok olmuş gibi hissediyorum. saydam hissediyorum kendimi. evet dünyanın sonu değil biliyorum ama her şey o kadar yolunda gitti ki, hiç sorun çıkmayacak gibiydi.

    velhasıl olmadı. buradayız. bakalım ne olacak.

    edit: geçmiş olsun mesajlarınız için çok teşekkür ederim.

    itiraz süresini değerlendir diyenlere de toplu cevap vereyim; şanssızlık silsilesi devam ediyor ne yazık ki şirket sahibi 3 hafta tatile çıktı. döndüğünde 1 haftamız kalmış olacak. belki bir ihtimal.