hesabın var mı? giriş yap

  • tuborg special gibi biralara sanıldığının aksine vodka falan katılmaz. bilindiği gibi bira mayası bizim gibi canlı bir organizmadır ve yaşamak için şıra ( ilerde fermantasyondan sonra bira olacak ) içindeki şekeri yiyip alkol ve karbondioksit açığa çıkarırlar. yani biz mayaları besleriz onlar da bize karşılğında alkol üretirler. böyle geçinip gideriz. efendim, şıra içindeki şeker miktarı bellidir, dolayısıyla mayalarda alkolü bir yere kadar üretir*. şeker bittiği zaman* fermantasyonda biter. oluşacak alkol miktarıda en fazla %3 - %5tir.
    şimdi siz tam kaynatma aşamasında şıraya şeker* ilave ederseniz mayalar bu şekeri de kullanacak ve daha fazla alkol üretecektir. haliyle fermantasyon süresi uzayacağından diasetil miktarı da artacak ve tadı biraz daha acı olacaktır.
    işte işin sırrı budur.

  • çocukken;

    anne ve baba arasında herhangi bir kan bağının olmayışını öğrenmem. sanırım 7-8 senelik hayatım boyunca duyduğum en enteresan şeydi bu benim için. ben babamla akrabaydım, annemle de. ama onlar değillerdi. allah allah... resmen şok olmuştum.

  • günlük hayatta başımıza gelen zamanda yolculuk deneyimleri.

    sabah denize sıfır evimizde uyandık. perdelerimizi açtık ve güneş ışığı çarptı yüzümüze. işte ilk yolculuğumuz! yüzümüze düşen fotonlar aslında 10 bin ila 170 bin yıl öncesinde güneş'in çekirdeğinde üretildiler. yüzeye ancak ulaşabildiler ve dünyaya kadar 8 dakikalık bir yol kat edip gözümüze ulaştılar. yani güneş'e baktığımızda aslında onun 8 dakika önceki halini görüyoruz.

    giyindik evden çıktık, şanslıyız çünkü evimizin dibinde metro var. hem de 100 km/sa hızla gidiyor. biz bu metroyla 1 saat yolculuk ettiğimizde, duran insanlara göre saniyenin katrilyonda 1'i kadar zamanda ileriye gitmiş oluruz. yani onlardan daha az yaşlanırız, çünkü hız, zamanın akışını yavaşlatır.

    yolculuğun ardından iş yerimize vardık ve ofisimiz bir gökdelenin en tepesinde. bütün bir yıl orada çalıştığımızda deniz seviyesinden hiç ayrılmamış bir insana göre saniyenin milyarda biri kadar daha fazla yaşlanırız. çünkü kütle çekimi zamanı yavaşlatır. yani dünyanın merkezine ne kadar yakınsak zaman bizim için o kadar yavaş akar.

    yorgun bir iş gününün ardından evin yolunu tuttuk. hava karardı. gökyüzüne bakıyoruz:

    en parlak cisim ay, ışığının bize ulaşması 1,3 saniye sürüyor. yani yaklaşık 1 buçuk saniye önceki halini görüyoruz.

    venüs, ışığı 3 ila 13 dakikada bize ulaşıyor.

    mars, ışığı 4 ila 20 dakikada ulaşıyor.

    jüpiter'e baktığımızda onun 35 ila 52 dakika önceki halini görüyoruz. zira ışığı bize bu kadar zamanda ulaşıyor.

    neptün'ün güneş'ten yansıttığı ışığı bize tam 4 saat 40 dakika sonra geliyor.

    biraz daha uzaklara bakalım. örneğin en yakın yıldız, alpha centauri, bizden tam 4 ışık yılı uzaklıkta. yani tam 4 yıl önceki halini görmekteyiz onun.

    samanyolu'na en yakın galaksi andromeda ise tam 2,5 milyon ışık yılı uzaklıkta. yani şu an o galakside bizim gibi canlılar bulunsa ve çok çok güçlü teleskoplarla dünya'nın yüzeyini inceliyor olsalar, insanların varlığına ait en ufak bir kanıt bulamayacaklar. çünkü dünyanın 2 buçuk milyon yıl önceki halini görecekler.

    en uzak galaksi ise tam 13.1 milyar ışık yılı uzaklıkta. işte bu kısmı kafada canlandırmak zor. biz tam 13 milyar yıl önceki halini görüyoruz bu galaksinin.

    gökyüzü gözlem şenlikleri bittikten sonra perde çekilir ve yatağa girilir. hadi uyu artık geç oldu.

    yaşayan herkes için zaman sadece kişiye özgüdür. saat kaç dediğimizde ortak yanıtlar veriyoruz evet ama saat sadece başka bir saat referans alınarak yapılmış bir aygıttır. yaşamımızı kolaylaştırmak adına ortak zaman dilimleri oluşturulmuştur. ama gerçekte içinde bulunduğumuz zaman tamamen bize özgüdür. eşsizdir. bizim nasıl yaşadığımıza bağlıdır.

    not: bu yazıdaki zamanda yolculuk konsepti dışındaki her şey hayal ürünüdür.

  • fizik kurallarıyla aralarındaki pürüzsüz aşk beni hep cezbetmiş canlılardır.

    fakat dün akşam öyle bir tesadüf (yoktur ama var sayalım şimdi) oldu ki o bile "ehehehe nooldu yav" diye çıktı kutunun içinden.

    bunların hepsi kutu manyağı. bunu biliyoruz. bir kedi düşünün henüz bir yaşında değil ve 4.5 kilo. konuşkan ve göbekli bişi.

    üst kata çıkarmak için merdivenlerin yarısına kadar getirip bıraktığım kutuyla oynarken, sen bunun içine gir, arka patilerle ite ite basamak başına kadar getir ve ordan da aşağa kay, kutunun içinde! ve o kutu her biri ayrı ölçüdeki basamaklardan inerken hiç takla atmasın.

    içinden çıkıp "miiik" derkenki halinden anladım ki acayip hoşuna gitti ama nasıl olduğunu anlayamadı. neyse ki!

    bir de anlasaydı kardeşleri de öğrenecekti ve buyrun bakalım merdivenden kayan kediler varyetesi.

    o değil de bir anda olan bu şeyin ne vidyosu var ne fotoğrafı... peh.

  • -bir şeyin imkânsız olduğuna inanırsanız, aklınız bunun neden imkânsız olduğunu ispatlamak üzere çalışmaya başlar. ama bir şeyi yapabileceğinize inandığınızda, gerçekten inandığınızda, aklınız onu yapmak üzere çözümü bulmanıza yardım etmek için çalışmaya başlar.

    dr. david j. schwartz

  • uzun süre iç sirkülasyonda kalması durumunda yazın da kışın da araç içinde buğu oluşumuna sebebiyet vermesinin yanında, araç içi karbondioksit seviyesi arttırarak uyku getirebilir ve sürüş güvenliğini tehlikeye atabilir. bu nedenle dijital sistem kullanan başta premium markalar olmak üzere birçok araç bu sistemin belirli bir süre sonunda otomatik olarak devredışı kalmasını sağlar.
    ama manuel kullanılan sistemlerde kendiliğinden devre dışı kalmayacağından, araç içinde devamlı bir buğulanma ve pis koku oluşur. özellikle dolmuş ve minibüsçüler bu sistemi düzgün kullanmadıklarından araç içinde devamlı ön camı elleriyle silerler sonra da klima bozuk diye şikayet ederler. kışın özellikle yağışlı havalarda otobüslerde de bu sistem efektif kullanılmadığından aracın camları buğulanır ve dışarısı da görülmez. kışın buğulanan camlardaki buğuyu çözmenin en güzel yolu, iç sirkülasyona almadan klimayı çalıştırmaktır çünkü klimanın nem alma özelliği vardır.

    yazın sıcak havada bir aracı soğutmanın en hızlı yolu ise, camları birkaç santimetre araladıktan sonra klimayı en son hıza ve dereceye getirip iç sirkülasyona almaktır. daha sonra araç yeterince soğuduktan sonra camlar ve iç sirkülasyon kapatılır. eğer sıcaklık aracın klimasının soğutabileceğinden fazla ise aralıklı olarak iç sirkülasyona almak aracın çabuk soğumasını sağlayacaktır.

    edit:imla

  • uzun zamandır izlerken ilgimin hiç dağılmadığı ama temposu da yavaş olan bir film izlememiştim. bence mizahın tam dozunda kullanılması bunda etkili ama film boyu köylülerin türkçe konuşması da kendimi filmin içinde hissetmeme yardımcı oldu sanırım. verilen mesajların filmin altmetninin de hikaye içinde, gerçeklik algısıyla hiç catışmayacak şekilde işlenmesiyle, gerçeğin yalın bir şekilde yansıtılmasıyla da film akıp gidiveriyor. gerçekten çok güzel bir filmdi. 8.75/10.

  • kınanacak bir durum değil ey sözlük ahalisi..
    bu kumar denen bağımlılık, belki uyuşturucudan bile daha kötü bir bağımlılık.

    zenginmiş, fakirmiş ciddi anlamda fark etmiyor.
    benim rahmetli pederden biliyorum. 90'lı yıllarda, oluk oluk para getiren bir kafe sahibiydi bizim peder.
    şöyle söyleyeyim öyle iş yapıyordu ki, o günün parasıyla günlük 1 asgari ücret iş yapıyordu.

    fakat peder beyin, 13-14 yaşından beri asla geçmeyen ve hayatına mahvedecek bir hastalığı vardı; kumar bağımlılığı

    dedemden yediği dayaklar istanbul'a 4. köprü olur bu hususta. dedem de kumarbaz bir adamdı.
    zaten dedem, tütün tarlalarını, koyun sürüsünü vs yemiş bitirmiş hep kumarda.

    babamın da ondan kalır yanı yoktu.
    askerde defalarca zar yakalatmış bu yüzden dayak yemiş, en sonunda hamamböceklerini yakalayıp yarıştırarak, kumar tutmuş bir adam. öyle hastalıklı..

    bu kumarla geçen yıllar, bizim için öyle bombok bir durumdu ki. babam işlettiği kafeden günde 1 asgari ücret para kazanırken, biz evde yiyecek ekmek bulamazdık.
    peder beyin içtiği biraların şişelerini satarak ekmek aldığımı bilirim.

    eve gelen haciz kağıtları, bakkalın çakkalın veresiyeyi kesmesi, üstümüze başımıza konu komşunun verdiği eski kıyafetleri giymemiz gibi türlü rezillikler de cabası......

    ve peder bey kumarhanelerde ( o zaman türkiye'de otellerde kumarhaneler açıktı) dünyanın parasını yerdi.
    ki normal kahvehanelerde, batakhanelerde oynadığı kumarlarda kaybettiği paraları saymazsak., sadece otellerdeki makinelerde, şuanki kaba hesapla 1 ev, 1 dükkan, 1 araba, 1 yazlık yemiş bitirmiştir.

    oteller kapanınca, yer altına indi bu kumar işleri.

    son baskınlarda görüyoruz işte, polis gelince kümesteki tavuklar gibi kaçışanları. gülüp geçiyoruz ama cidden sorsanız baksanız hepsinin ailesi perişandır.
    ceplerinde doğru düzgün para yoktur.
    bizim peder beyin, işte o baskınlardaki gibi kaçak kumarhanelerde yediği para da otellerde yediğinin x2 katı....
    üstelik evde çoluğu çocuğu açken, hacizlerle boğuşurken....

    bu yüzden serdar ortaç'ın geldiği noktayı az çok anlayabiliyorum. maalesef tedavisi mümkün bir hastalık da değil.
    babamsa 2006 yılında, tam da serdar ortaç'ın şuan olduğu yaşta, akciğer kanserinden, sefalet içinde öldü.
    annemden boşanmış, etrafında hiç arkadaşı kalmamış, oturacak başını sokacak bir evi dahi olmayan, saygınlığını yitirmiş, kumar oynadığı kahvehanede yatıp kalkan evsiz birine dönüşmüştü.
    o zamana kadar ömrüm hep pederin alacaklılarıyla, kendisinin psikopatlıklarıyla geçmişti.
    ilk defa o öldükten sonra rahat nefes alabilmiştim.
    doktorlara sorarsanız ölüm nedeni akciğer kanseriydi ama bana sorarsanız kesinlikle kumar derim.

    kısacası dostlar, tedavisi imkansız bir hastalık.
    o yüzden kesinlikle bulaşmayın derim.
    kumar öldürür ama öncesinde süründürür.
    ama öncesinde, paranızı, işinizi, çevrenizi, ailenizi, karakterinizi alır sizden...

  • aşağıdaki hikayeyi her okuduğumda gözlerim yaşarır, yattığın yer cennet olsun, allah senden razı olsun canım atam.

    salih bozok'un anlatımıyla;

    26 ağustos başkomutanlık meydan muharebesi'nde düşman yüzgeri etmiş, izmir'e doğru kaçıyor; biz bazen süvarilerle, bazen piyadelerle yan yana mustafa kemal paşa'nın otomobili ile peşini bırakmıyoruz. nif kasabası (mustafa kemal paşa) çevresindeki köylerden birinin yanından geçiyoruz. köy ahalisi, çoluğu çocuğu, yaşlısı genciyle
    yol boyuna dökülmüş ... açacak sofrası, uzatacak ekmeği yok ama; testisi, maşrapası var. kaptığı gibi yol boyuna dizilmişler; gelene uzatıyorlar, geçene uzatıyorlar:
    - susamışsındır yiğidim, hele iç!..
    - çok yaşa! ellerin nur olsun nine!..

    bir nakliye kolu yolu tıkamıştı. ister istemez durduk.
    mustafa kemal paşa bu arada bir sigara içmek istedi. toz gözlüklerini alnına kaldırdı, tabakasını çıkartarak bir sigara yaktı. köylüler çevremizi sarmışlar, hep bir ağızdan "kurtulmanın sevincini" söyleşiyorlar; elbiseleriyle arabanın tozunu siliyorlar, testilerindeki su ile yıkamaya çalışıyorlar, dualar okuyorlardı. biz de bir daha yaşanmaz tabloya bakıyorduk. ..
    birden, içlerinden biri, toz gözlüklerini alnına kaldırmış mustafa kemal paşa'ya dik dik bakmaya başladı. hemen tetiklendim. bir süre sonra yavaş, yavaş elini arkaya doğru attı. sandım ki silah çekecek!.. elimi tabancama en yakın noktaya getirdim ve kılıfı açtım. adam arka cebinden, umduğum silah yerine, bir kağıt parçası çıkardı. avucunun içine sıkıştırdığı kağıda baktı. mustafa kemal' e baktı, kağıda baktı. mus-
    tafa kemal' e baktı:

    - aha ağalar, aha be!.. aha mustafa kemal paşa!.. aha sıfatı, (avucundaki fotoğrafı gösteriyordu.) aha kendi!..

    mustafa kemal paşa, ne o zamana değin görülmüş, ne ondan sonra görülecek dehşetli bir sevgi hücumuna uğradı. kim neresini ele geçirmişse öpüyor, okşuyor, yüzünü gözünü sürüyordu. kadınlar, genç kızlar çizmeleri üzerinde birikmiş tozları
    parmaklıyorlar; sonra bu tozla gözlerine sürme çekiyorlardı. ..
    bu, hiçbir kalemin anlatamayacağı bir manzara idi. ..
    mustafa kemal paşa ağlıyor, ben ağlıyorum, şoför ağlıyor, köylüler ağlıyor. .. üzerinden hala duman tüten taze savaş toprakları, mutluluk yaşlarıyla sulanıyordu. havada barut kokusu ve hıçkırıklar vardı. ..

  • yüz yıldır hayranıydım. bende kendisinin yolladığı imzalı cd'leri mevcuttur, emailleşmişliğimiz vardır. twitter'da takipleştiğimiz için siyasi görüşünün değiştiğini yıllar önce fark etmiştim. hesabı sadece siyasi destek hesabına dönünce de takipten çıkmıştım, ama türkülerini severek dinlemeye devam ediyordum.

    kendisinin müzik sektörünü "vefasız" gördüğünü söylediğini hatırlıyorum. maddi sıkıntılar da yaşıyordu muhtemelen. belli ki iktidar kendisini sahiplenmiş, o da kendisini borçlu görüyor.

    ancak afet demenin bile hafif kaldığı böyle tarihi bir yıkımda hala borç alacak hesabıyla attığı ve milyonların acısını yok saydığı tweet'i bir farklı vurdu. içimde bir şeyler öldü. hayal kırıklığımın boyutları çok büyük.

    entry'lerimden önüme çıkanları sildim, playlist'lerden çıkarttım. umarım o da bir gün kendisiyle yüzleşme cesareti bulur.

  • bir bulgaristan göçmeni olarak(başlıkta söylemek adet olmuş) derim ki bulgaristan avrupa'nın bok çukuru falan değildir. en fazla avrupa'nın garibanıdır.
    8 milyon nüfusa sahip, başlıca ihraç kalemi tarım olan bir ülke bulgaristan. kapasitesi bu kadar.

    geçen ay kırcaali'deydim. mezuniyet dönemine denk gelmişim. son sınıflar şehrin ana meydanında buluşup çiftler halinde balo salonuna kortej halinde yürüdüler. polis bunun için yolları kapattı ki bir kez olsun devlet başkanı için dahi yolları kapattıklarını görmedim.

    bazı şeyler parayla satın alınmaz. avrupa'nın garibanı dahi mental olarak bizden fersah fersah ileride. insana en çok koyan da bu oluyor. türkiye dünya'nın en yaşanılır ülkesi olabilecekken bizim payımıza düşen ortadoğu'nun bok çukuru olmak oldu.

    debe ve gelen mesajlar üzerine edit: bakın dostlar, dünyada pek az şey gençleri desteklemek kadar önemli ve değerlidir. düşünün ki mezun olmuşsunuz, polis sizin için yolları kapatmış ve insanlar balkonlardan sizin için tezahürat yapıyor. kendinizi ne kadar değerli ve özel hissedersiniz. bu hisle ülkeniz için neler yaparsınız.
    100 yıl önce bir adam çıkıp "bütün ümidim gençliktedir" demişti. işte o adam bizimle çöl bedevileri arasındaki farkı yaratan adamdır.