436 entry daha
  • ne diyordu kapital 1. cildin önsözünde marx; "anlatılan senin hikâyendir."
    "de te fabula narratur!" *

    neden böyle demişti? "alman okuyucu, ingiliz sanayi ve tarım işçilerinin durumları karşısında ikiyüzlüce omuz silkecek ya da almanya'da işler hiç de o kadar kötü gitmiyor diye iyimserliğe kapılacak olursa.."
    görünen o ki, bütün emekçiler aynı gemide. kimse "bana bir şey olmaz!" dememeli..

    konu, dünyada 2008-2012 yıllarını yoğun şekilde etkileyen ve 2008 krizi olarak adlandırılan küresel ekonomik krizde abd'de evsiz kalan bir kadının hikâyesi.
    2008 finansal krizi bear stearns'ün batışı ile gün yüzüne çıkmış, lehman brothers ve merrill lynch ile zirveye oturmuştu.
    bloomberg rakamlarına göre, kriz dünya genelinde şirketlerin piyasa değerinden 14,5 trilyon doların silinmesine yol açarken, küresel piyasada 20 trilyon dolarlık kayba yol açtı.
    iyimser bir havanın hakim olduğu önceki yıllarda abd'de konut alımı ve mortgage özendirilerek düşük gelirlilere de satılmaya başlanmıştı. işte subprime mortgage denen bu sistem çöktü.
    böyle başlayan durgunluk ve işsizlik öyle korkunçtu ki, 1929 krizine benzetildi.

    çöküş, sosyoekonomik bir davranış değişikliğine yol açmış, karavanda yaşayan göçmen bir kitle yaratmıştı. aslında pek karavan denemezdi, minibüslerin arkası yaşam alanına dönüştürülmüştü.
    bu insan üzerinden iletişim kurduğu başka insanların da hayatına dokunuyor film. yas ve kayıp yaşamış, her tür yoklukla yüzleşmiş, zorunlu olarak dünyayı ve yaşamı yeniden anlamlandırmış insanlar.

    60'lı yaşlarını süren fern, 2011 yılında nevada'da alçı fabrikası kapandıktan sonra işsiz kaldığında her şeyini kaybeder, minibüsü ile yollara düşer. eşinin ölümünü atlatamamıştır. nazik, mesafeli, az konuşan bu kadın anılarla yaşar. emekli aylığı çok düşük olduğu için emekli olamaz. karavan parklarında bazen de benzin istasyonu gibi sadece bir geceliğine kalmasına izin veren yerlerde kalırken günü birlik işlerde çok küçük ücretle çalışır, ne iş bulursa yapar. bu arada kendisi gibi insanlarla tanışır, dostluğu, yardımlaşmayı, paylaşmayı deneyimler.
    en büyük desteği arizona'da göçebelere destek sunan bob wells'ten ve oradaki göçebelerden görür. fern onlardan yalnız bir yolcu olarak hayatta kalmayı öğrenir.
    göçebeler vedalaşmazlar. görüşemeyeceklerini bilseler de ayrılırken "görüşürüz" derler. fern de öyle yapar, ölmek için doğduğu yere dönen kanser hastası göçmen dostunu böyle uğurlar.

    herkesin bir yolu vardır. yaşam yoldur. yol, insanın yeryüzündeki adımlarının ve onu diğerlerinden ayıran yaşama biçiminin bir ifadesidir.

    varoluşçu filozof karl jaspers, "felsefe, yolda olmaktır; hiçbir yere yerleşmemektir, sürekli bir maceradır. felsefe yersizlik ve yurtsuzluktur; amansız bir göçebeliktir.
    felsefe, evine hiçbir zaman ulaşamaz. felsefe sadece aramaktır; aradığını bulamayacağını bile bile aramaktır. felsefe, hakikate varamaz; o hep eksik olmakla yazgılıdır," diyerek yol felsefesini özetler.
    nomadland jaspers'la insan-yol bağlamında buluşur.

    insan olarak varoluşunu sürdürenlerin olduğu yerdir yol. mesele varmak değildir, jaspers'ın da vurgulamaya çalıştığı gibi, çabalamak varmaktan önemlidir. mesele, usulünce yolda olmak, yolda kalabilmek, yoldan çıkmamayı başarabilmektir.

    fern, bir sabah, yaşamındaki neşeli sofraları hatırlatan uzun yemek masasına bakarak kendisine kucak açan dostunun ve ailesinin evinden ayrılır. veda etmez. yolda olanlar tekrar buluşmaya inanır.
    bob wells'in dediği gibi, fern günün birinde eşi bo ile de buluşacak ve anılara birlikte bakacaklardır.
    wells oğlunun, 5 yıl önce 28 yaşındayken intiharı ile nasıl başa çıkacağını bilememişti. o da insanlara yardım etmeyi seçmiş, hayatta kalmak için bir amaç bulmuştu.
    son kez evine uğrar fern. tek katlı, mütevazı boş evi gezer. bir depoya bırakmış olduğu eşyaları oraya terk eder, son bağını koparır.
    evi yol'dur artık. yine yoldadır, yol nereye götürürse ve gidebildiği sürece..

    amerikalı gazeteci jessica bruder'ın 'nomadland: surviving america in the twenty-first century' adlı kitabından uyarlanan senaryo, yönetmen chloé zhao'ya ait, görüntü yönetmenliğini ise joshua james richard üstlenmiş.
    filmde iki önemli oyuncu, frances mcdormand ve david strathairn dışındaki karakterler gerçek yaşamdan; bu nedenle film belgesel tadı veriyor.
    aslında projenin fikir annesi frances mcdormand.
    fargo'dan beri hayranlıkla izlediğim mcdormand'ın three billboards outside ebbing missouri'de oyunculuğunun zirvesine ulaştığını düşünmüştüm. ondan iyisi olmazdı.
    meğer oluyormuş.. öyle bir oynuyor ki, oyuncu olduğunu bilmeseniz o hayatı yaşayan gerçek bir karakter sanırsınız. fern mü mcdormand'da mcdormand mı fern'ün içinde bilmiyorum, tek karakter, tek varlık gibi..
    nitekim bazı eleştirmenler en iyi oyunculuğu olduğunu söylüyorlar.

    zhao'nun geniş açılı çekim özelliği seyirciyi zaman zaman muhteşem panoramik görsellerle büyülüyor, göz alabildiğine yalnız doğa ve yalnız insan aynı karede buluşuyor; bir western havası solunuyor.

    2021 yılı en iyi yönetmen oscar ödülünü alan chloé zhao oscar tarihinde bu ödülü alan ikinci kadın yönetmendi. konuşmasında şöyle demişti;
    "bu ödülü, ne kadar zor olursa olsun içlerindeki iyiliğe ve birbirlerinin içindeki iyiliğe tutunmak için cesaret ve inanca sahip olanlar için alıyorum."
    en iyi yönetmen kategorisinde altın küre de alan zhao altın küre alan ilk asyalı kadın olarak tarihe geçti.

    filmin dokunaklı müzikleri ludovico einaudi'ye ait. şuraya 2020'nin en iyi film müzikleri arasında gösterilen bir piyano solo oltremareyi iliştirelim.

    en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi kadın oyuncu kategorilerinde altın aslan, altın küre, oscar ödüllerini silip süpürmüş olan 2020 yılı yapımı bu filmi türk seyircisinin pek sevemediğini söylemek mümkün. oldukça insani ve gerçek bir hikâyeye rağmen filmle bir empati kurulamadığı görülüyor. bazı platformlarda filmi, entelektüel zırvası mealinde yorumlayanlar var.
    seyirci puanları da bu gözlemi doğruluyor. bütçesine oranla iyi bir hasılat elde etmiş olan filmin ülkemizde ve belki de dünya ölçeğinde tüm can yakıcı sahiciliğine ve tüm prestijli festivallerin jürilerinin saygı duruşuna rağmen seyredenler tarafından "marjinal" ya da "sanat filmi" olarak "festival sineması" kapsamında değerlendirildiğini ifade etmek yanlış olmaz.
    oysa, marx'ın ikazı bir yana, neoliberal politikalar hüküm sürerken, işsizliği kişisel performans ya da küresel ekonomik krizle açıklamak yeterli olmasa gerek.
    en azından şu anda içinde bulunduğumuz, anti enflasyonist ekonomi politikalarının uygulanmasının tartışıldığı dönemlerde, bu politikaların uygulanması hâlinde büyümenin düşmesi, ekonominin daralması, durgunluk ve şirket iflaslarının yaşanması olağan bir duruma dönüşür. küçük işletmeler hariç, genellikle patronlar iflas etmez, şirketleri eder sonra çalışanları..
    işsizlik bu kadar yakındır herkese..

    florence aubenas'ın otobiyografik kitabı the night cleaner'a dayanan bu kez temizlik işçilerinin dramını anlatan başka bir film, between two worlds'de "neden bunu yapıyorsun?" sorusuna juliette binoche'un canlandırdığı marianne winckler karakterinin harikulade bir cevabı vardı; "krizden, işsizlikten, yoksulluktan soyut şeylermiş gibi söz edilmesinden bıktım."
    evet, soyut değil.. bu nedenle nomadland daha fazla saygıyı hak ediyor.

    edit: imla
2 entry daha
hesabın var mı? giriş yap