hesabın var mı? giriş yap

  • kendini bir hastalıkla tanımlama, yapamadığı -genelde beceremediği- işleri bir hastalık bahanesine sığınarak geçiştirme; dolayısıyla başarısızlığı kabullenememe, kişiliğindeki yada fiziğindeki kusurları hastalıkla perdeleme davranışıdır.
    ve ne yazıkki kişi bu davranışı kabullen-e-mez.

  • 27 subat 2015 galatasaray sai k. erciyesspor maci basligi altinda suna benzer bir entry okumustum:

    "diger takim taraftarlarinin unuttugu bir sey var: son haftalarda galatasaray ile sampiyonluk yarisina girerseniz kaybedersiniz. icinde galatasaray'in olmadigi bir sampiyonluk yarisini herkes kazanabilir ama boyle bir yarista gecilmek galatasaray'in genlerinde yoktur."

    bunlarin yazildigi tarih 22.haftaya tekabul ediyor; ligin bitmesine daha 12 hafta var.
    simdi yeniden bakacak oldum o entry'ye ama yazar ya hesabini kapatmis ya da ucurulmus.
    ne diyeyim, takimimi benden daha iyi tanidigi icin kutluyorum kendisini.

  • kendisine ait olmayan, kirasını ödemediği için üst kullanım hakkını bile kaybetmiş olması gereken araziyi devlete hibe ettiğini zanneden galatasaraylı arkadaşım, gel sana bir çift sözüm var;

    "biliyorum ki senin sıkıntın aslında stadı kimin yaptığı falan değil. sen basiretsiz yönetimler yüzünden stadının mecidiyeköy'den allahın dağına gitmesine çok üzülüyorsun. türkiye'de 2 takım kendi stadını kendi gücüyle, kendi yerinde yenileyebildi; beşiktaş ve fenerbahçe. diğer bütün takımlar yerinden yurdundan olup stat sahibi oldu. sen beşiktaş ve fenerbahçe ile aynı kefeye giremedin. eskişehirspor, antalyaspor, bursaspor, konyaspor vs.. ile aynı kefedesin. senin gücün, stadını mecidiyeköy'de yapmaya yetmedi.

    yıllar geçecek, beşiktaş boğaz kenarında, fenerbahçe bağdat caddesinde, kendi semtlerinde maça çıkarken, sen seyrantepe'ye gideceksin. beşiktaş ve fenerbahçe köklerinin olduğu yerde, kendi semtinde kendi taraftarı ile büyürken, sen otoban kenarında ruhsuz beton yığını stadında olacaksın. 50 sene sonra bile bu gerçekle yaşıyor olacaksın.

    seni anlıyor ve sana hak veriyorum. ben de olsam çok üzülürdüm."

  • nesnelerin yanı sıra yeni renkler de öğrenilir, genel kültür artar.

    fuşya, çivit mavisi, lila, saks mavisi, bal köpüğü gibi sadece kadınların görebildiği renklerin varlığından haberdar olunur. "aşkım şuradan fuşya straplezimi uzatır mısın" dendiğinde heyecanlanmayın, google'dan image search yaparak en olası nesneyi saptamaya çalışın.

  • ünlü bir futbolcu olmasa eğer, haftasonları ottoman nargile cafe'de takılacak, ''sıkıntı yok karşim, adamsın, hallederiz o işi. olmadı ya merveyle, bana ne abi yoluma bakarım'' diye gezecek, muhtemelen facebook profiline takım elbiseyle çekilmiş, çatık kaşlı halinin fotografını koyup, '' acılardan öğrendik senden öğrenecek değiliz'' diye açıklama yazacak, ''osmanlı torunuyum,ecdad, 1453, '' diye gönderiler atacak, ''dririliş ertugrul'' hayranı olacak, 27 'sinde evlenip, haftasonu karısıyla yaptığı selfie'leri yine sosyal medyada paylaşıp '' allah bozmasın, çok güzelsiniz'' yorumlarına ''sağol karşim, darısı senin basına '' yazacaktı.

    ünlü futbolcu oldu. forması istenen adam oldu. ünlü kadınlarla yatıp kalktı. çevresi değişti, zengin kankaları oldu. iyi arabalara biniyor, pahalı saatler takıyor. sonunda da ''değişmedim'' diye prim yapıyor ama, o aslında dünyayı feth etti. aynada kendine bakıp ''sensin oğlum'' diyor. ''başarı diye bişey varsa o sensin. bayrampaşa'dan çıktın ama bak şimdi nerdesin, helal lan sana, helal oğlum. '' diye gazlıyor kendini.

    barış manço'dan gelsin:

    ''sapa kulba kapağa itibar etme dostum
    içi boş tencerenin bu sofrada yeri yok
    para pula ihtişama aldanıp kanma dostum
    içi boş insanların bu dünyada yeri yok''

    edit: ne zaman arda yazsam debe'ye giriyorum. hesap soracak kesin.

  • anlamak sevgiye ve aşka engeldir. anlamak gerekmez. birini anlamaya çalıştığınızda ilk olarak göreceğiniz şey kusurlarıdır. kusurları görmek ise sevgiyi azaltmakla kalmaz, aşkı da öldürür.

    bugün bisiklet sürerken gelecek ve şimdi üzerine düşündüm. bisiklet sürmeye erken çıktım; çünkü her günden farklı olarak bugün bir işim daha vardı. bisiklet yolunun bir kısmı bittiğinde ve ben bir köşeyi döndüğümde başka bir yolda olacağım. köşeyi görüyorum ve orası gelecek zaman. belki bir-iki dakika sonra; ama gelecek zaman. gözlerimi köşeye, yani gelecek zamana diktiğimde, bir-iki dakika yok olmuş demekti. benim durumum, şimdiyi atlayıp gelecek zamana düşmekti. arada, bir-iki dakikalık kayıp bir zaman ve o süre zarfında görüp düşüneceğim şeyler vardı. köşeye(geleceğe) odaklandığım için, köşeye odaklanmamış halim kayıp. bunu biliyordum. belki de başka ve daha güzel bir düşünce gelecekti aklıma, mesela parlak bir fikir ya da orijinal bir düşünce; oysa bu durumda düşünce ya da orijinal fikir de 'şimdi' yaşanamadığı için kayıp.

    birini anlamak da buna benziyor. anlamaya çalışırken o kişi kayboluyor: karakter olarak, yapısal olarak, fiziken, aklen ve ruhen kayboluyor. şimdi düşünüyorum da anlamak yerine yaşamak gerekmez mi? bir kadın ya da bir erkek(ki kadınlara göre de erkekleri anlamak zordur) birbirini anlamaya çalışmak yerine birbirini yaşamış olsa, aynı zamanda anlamış da olmazlar mıydı? gelecek ve şimdiki zaman ilişkisi gibi. gözünü köşede başlayan geleceğe dikmişsin; o gelecek yakın gibi görünse de köşeye varana kadar mesela: yan tarafa konmuş bir kuşu, kenarda kuşa bakan kediyi, tekerleğin altından geçen yaprağı, bisikleti sarsan küçük bir taşı, o sıra yüzüne esen rüzgârı veya yüzüne değen güneşi kaçırıyorsun. gözün köşede(birini anlamak) ve gözün köşedeyken, köşeye odaklanmışken görüntüden kaçan çok şey(o insanın kendisi ve senin düşüncelerin) var ve sen o an, yaşadığın şimdi'de değil, gözünü dikip odaklandığın gelecekte'sin, hem de şimdiden. bu da her şimdi'yi kaçırdığın için işaretlediğin geleceğe ışınlanmak, birdenbire gelecekte olmak benzeri bir durum. ışınladığın yere birdenbire gelmişsindir ve geldiğin yerde olanları anlaman zaten beklenemez; daha geldiğin yeri anlayamadan, çözemeden başka bir geleceğe atlayacaksın çünkü. anlamaya çalıştığın kişi, sen geleceğe ışınlanmışken yaşadıysa yaşadıkları ve onun yaşarken gördükleri veya senden bir şeyler öğrendiyse senden öğrendikleri ne olacak? o zaman kaybettiğin zaman var ve görünen o ki anlamaya çalıştığın kişi, geleceğe sağlıklı bir biçimde şimdiyi de yaşayarak gelmişken, sen şimdiyi yaşayamadan ışınlanma gibi geldin demektir. onun gördüklerini göremedin, yaşadıklarını yaşayamadın demektir bu. onunla 'şimdi'yi yaşamak yerine onu anlamaya çalıştığın için.

    bence birini anlamanın en iyi yolu o kişiyi yaşamaktır. birini anlamak, o insanın köşelerine, girintilerine ve çıkıntılarına(cinsel anlamdaki girintiler ve çıkıntılardan söz etmiyorum; meme-kalça demiyorum yani), sivriliklerine, keskinliklerine gözünü dikmek değil de düpedüz bütün o şeylere bakmadan, o kişiyi ve o kişiyle olan kendini yaşamaktır; çünkü tıpkı geleceğe odaklanmak gibi, bir insanı anlamak adına onun köşelerine odaklandığımızda, o sırada, biz görmeden geçip giden şeyleri de kaçırırdık. o kişiyi anlayacağımız ve kim bilir daha da seveceğimiz verileri de kaçırırdık. bizim kaçırdığımız verileri o da kaçırmış olurdu; çünkü biz şimdi'de onun yanında ve onunla yaşıyor değildik.

    birini anlamaya çalışmak değil, yaşamak gerekir. bir anın içinde, an'ların, saatlerin, günlerin içinde. sonra bir de bakmışsın ki o kişiyi kendinden bile iyi anlayıp tanımışsın.

    önemli olan sevmek ve seven insan hiçbir an'ı kaçırmak istemez. "bu nasıl biri?", "bu yaptığı ne anlama geliyor?" diye sormaz; çünkü o kişiyi anladığını, yaşadıkça da anlayacağını bilir.

    bir de güvenmek ve konuşmak. birini anlamaya çalışırken konuşmak, sormak. konuşmak ve sormak ayıp değil. başını ellerinin arasına alıp hiçbir zaman gerçekten bulamayacağın cevapların peşine düşmektense sorarsın, konuşursun ve anlarsın. yalanlar? hayatta yalan var, evet; ama hâlâ dürüst insanlar var. kaldı ki harika sandığın insanların da kostümleri olabilir. ya anlamaya çalıştığın insan da seni anlayabilmek için hiç olmadığı birinin, hem de kötü bir kostümünü ustalıkla giyerse? kostümü nasıl ayırt edeceksin bir tenden? oysa bir insanı yaşayarak anladığında kostümünü de bilirsin, tenini de, yalanını da gerçeğini de. bunu bilecek kadar onu yaşamışsan eğer.

    kısaca kadın ya da erkek olsun, anlamaya çalışmak subjektif değerlendirmeler içinde kalır. olumsuzluklar-kusurlar ilk görünenler olur ve anlamaya odaklanıldığında o an, bir kez yaşansa anlamayı zaten sağlayacak asıl gerçekler ve yaşanması gerekenler gözden kaçar. doğrusu 'o an' diye de bir şey yoktur. kısaca birinin birini anlamaya çalışması bir kahinin ya da müneccimin, daha doğrusu geleceği bilmek için kendini zorlayan sahte falcıların tavrına benzer. anlamak konu olduğunda aşktan ya da sevgiden söz edilemez; çünkü anlamaya çalışırken, tıpkı gelecek için şimdiki zamanı kaçırmak gibi, aşk, sevgi, o insan da yaşanamaz.

    tabi bu yazı da sevdiğimiz birini zaten anladığımız küçük detaylar, günlük sorunlar üzerine yazılmadı.

    insanın şimdisi ve geleceği olduğu gibi geçmişi de vardır. birini anlamak isteyen insanın o kişiyi anlaması, sırf bizim olmadığımız geçmişini düşündüğümüzde, olanaksızdır; ama o kişiyi yaşarken geçmişi bilmek dahi olanaklıdır. sizinle olan şimdi'sine nasıl geldiğini de bilebilmek. geldiği yolu, kendin yürümüşsün gibi çizebilmek.

    kısaca birini anlamanın bilinen tek yolu art niyetsiz olarak o insanı yaşamaktır. yaşarken de anlamak istediğimiz kişinin bize verdiklerine razı olmak, bu konuda ona güvenmektir. gerisi puzzle yapmak ya da keşfetmek. keşfetmek ise aşktır. yaşamadıkça okunan hiçbir kitap, gidilen hiçbir okul, bilinen hiçbir öğreti ya da tavsiye birini anlamaya yetmeyecektir.

    anlamaya çalışma, yanında ol.

  • ünlü fransız filozof denis diderot neredeyse tüm yaşamını yoksulluk içinde yaşadı, ancak bunların hepsi 1765 yılında değişti.

    diderot, 52 yaşındaydı ve kızı evlenmek üzereydi, ancak maddi sıkıntı içindeydi ve düğün masraflarını karşılayamazdı.

    maddi sıkıntıları olsa da, diderot’un adı o dönemde oldukça iyi biliniyordu çünkü o zamanın en kapsamlı ansiklopedilerinden biri olan encyclopédie‘nin kurucu ortağı ve yazarıydı.

    tam da o sıralarda, rusya imparatoriçesi büyük catherine'nin, diderot’un kütüphanesini ondan 1000 gbp karşılığında satın almayı teklif etmesi sorunlarını bir anda ortadan kaldırdı. o dönemin parası ile bu oldukça yüklü bir paraydı.

    kızını evlendirdi ve kendisine de küçük bir ödül olarak kırmızı bir sabahlık aldı. ancak işte sorunlar bu noktadan itibaren başladı.
    1769 yılında düşünür, yaşadığı deneyimi bir makalesinde kaleme aldı ve bu sabahlığının hikayesini anlattı. onun bu yazısı neredeyse iki yüz elli yıl kadar sonra psikologlar ve pazarlama uzmanları tarafından irdeleniyor.

    bu olay daha sonra diderot etkisi adıyla anılmaya başlandı…

    peki ne mi oldu?
    diderot'un kırmızı sabahlığı çok güzeldi ancak o kadar çok güzeldi ki, diğer eşyaların arasında güzelliği ile sırıtmaya başlamıştı. evin genel havası bozulmuştu, her şey onu rahatsız etmeye başlamıştı.

    bu bütünlük gereksinimi diderot’da, tüm eşyalarını iyileştirme arzusunu beraberinde getirdi. böylelikle eşyaları da yeni sabahlığının gösterişine uyumlu hale geldi. çok geçmeden, yeni bir duvar halısı, yeni tablolar, yeni bir sandalye, gardırop, ayna, yeni bir çalışma masası ve pahalı bir saat, v.s, bütün dairesini tamamıyla değiştirdi.

    ancak bir daha hiçbir zaman eski sabahlığı ile olduğu kadar mutlu olmadı…

    "eski sabahlığımın mutlak efendisiydim. fakat yenisinin kölesi oldum."
    dedi.

    1988 yılında antropolog grant mc cracken, bu arzunun satın aldığımız şeyleri nasıl şekillendirdiğini tanımlamak için diderot etkisi terimini kullandı.

    diderot etkisi, yeni bir eşya edinmenin genellikle daha fazla yeni şey edinmenizi sağlayan bir tüketim sarmalı yarattığını belirtir. sonuç olarak, bunun devamında önceki benliklerinizin mutlu ya da tatmin olmak için asla ihtiyaç duymadığı şeyleri satın alırsınız.
    çünkü çoğu insan sahip olduğu eşyaların kişiliğini ve toplumdaki yerini belirlediğini düşünür.
    https://www.matematiksel.org/…eyleri-neden-isteriz/

    kendinizi diderot etkisinden koruyunuz. aksi halde diderot örneğinde olduğu gibi, eşyanın ve tüketimin kölesi olursunuz.
    üstelik, satın aldıkça "azalan verim yasası" işler, aldıklarınızın mutluluğunuzu etkileyen "marjinal fayda" sı düşer.
    toplumdaki yeriniz de nasıl bir insan olduğunuzla ilgili; giyim, kuşamınız, eşyalarınızla değil..

  • bu ülkenin yöneticilerinin virüsün yayılmasında ihmali olsaydı büyük bir ahmaklık der ve kaderimize razı olurduk ama neredeyse bütün veriler hastalığı geç bildirdikleri, hastalık konusunda konuşan gazetecileri hapse atıp susturdukları ve insandan insana bulaşabildiğini virüs başka ülkelerde açığa çıkana kadar sakladıklarını gösteriyor. burada ihmal değil kasıt var.

    virüsten kurtuldukları için yaptıkları kutlamaları, yöneticilerinin zafer kazanmış gibi havalı tavırlarını hazmedemiyorum. onların politik çıkarları yüzünden dünyada yüzbinlerce insan sevdiklerinden uzakta feci şekilde öldü ve milyarlarcası sevdiklerinden uzak, izole hayatlar sürmek zorunda kaldı, kalıyoruz.

    ölen insanlar ve evinde hapsolan sevdiklerim için çin'in yöneticilerini suçluyorum. kasıtlı davranışları ve boka batasıca yemek alışkanlıkları yüzünden düştüğümüz şu durumu tazmin etmek zorundalar ama biliyorum ki bu gerçekleşmeyecek...

  • kalan 1.5 milyon abonenin yarisi da uyeliklerini iptal ettirmek isterken hayatindan soguyan, isyan edip lanet eden bir kitledir. rabbim herkesi kurtarsin.

  • jüpiter'in güneşin etrafında dönmeyecek kadar büyük olduğu.

    jüpiter, güneş sistemimizdeki en büyük gezegen. neredeyse 1300 dünya büyüklüğünde bir dev. hatta kendisi, güneş sistemimizdeki diğer tüm gezegenlerin toplamından 2,5 kat daha büyük!

    jüpiter'e kıyasla bizim küçücük dünyamız: görsel

    jüpiter o kadar büyük ki, güneş'in ve jüpiter'in ağırlık merkezi güneş'in dışındadır. güneşin yüzeyine son derece yakın olmasına rağmen.

    yani hem güneş hem de jüpiter, barycenter olarak da bilinen ağırlık merkezlerinin etrafında dönüyorlar. (barycenter, birbirinin etrafında dönen iki veya daha fazla cismin kütle merkezidir ve cisimlerin etrafında yörüngede olduğu noktadır şeklinde açıklanabilir) okudum anlamadım diyenler için görsel

    teknik olarak jüpiter, ve güneş işte bu barycenter etrafında yörüngede döner. yani evet! jüpiter o kadar büyük ki güneş'in etrafında dönmüyor. büyüleyici!

    peki diğer gezegenler için durum ne? misal dünyamız? jüpitere kıyasla dünyamız o kadar küçüktür ki, bu iki cisim için barycenter güneşin neredeyse tam merkezinde yer alır. o yüzden biz güneşin etrafında "dönüyoruz" diyebiliriz. görsel

    küçükken hepinizi (ya da çoğunuzu) birileri şöyle görsel döndürmüştür kendi etrafında. çeviren "neredeyse" aynı yerde dönmeye devam ederken çocuk onun onlarca katı mesafe kat eder. gerçekte olan ise barycenter'ınızın çevirenin neredeyse ayaklarına denk gelmesi durumudur. işte bir çok gezegen için de durum bundan ibaret.

    jüpiter'e saygılarla...

  • ulan 55 yaşında adam 15 yaşında çocukla sidik yarıştırıyor. bu ali koç’tan hiç bir şey olmaz.1000 sene fenerin başında kalsın 1000 sene başarısız olacaktır.