• - öncelikle çok kişisel bir yazı olacak, en baştan söyleyeyim-

    uzun süredir, kaygı bozukluğu ve depresyonla mücadele ediyorum. “mücadele etmek” fiili bir kalıp gibi otomatik olarak yazılıyor belki, ama gerçekten uzun zamandır tek yaptığım mücadele etmek. kelimenin hakkını vermek varsa, var.

    bunca zamandır burda yazdıklarımda, dolayısıyla doğal olarak kendimi ifade edişimde de, başvurmaktan vazgeçmediğim bir tavrım var; hislerimi, hissettiklerimi, bir şeylere benzeterek anlatabiliyorum. birbirinden alakasız şeyleri bir araya getirerek, bir açıklamaya ve tanıma varmaya çalışıyorum. tasvirler, betimlemeler havada uçuşuyor. tabii ki yine durmadım, aynı şeyi bu dönemde hissettiklerim için de yapmaya çalıştım, defalarca denedim, tekrar tekrar, ama bunu tarif edecek bir şey bulmak çok zor. sanırım en sık kullandığım kelime; savrulmak. her insan zaman zaman, ordan oraya devrilir, yuvarlanır, çarpar, yığılır. kabul, benim de daha önce böyle zamanlarım oldu. ama ne olursa olsun, birkaç sabit de vardı hayatımda, klişe tabirle yolunu kaybettiğinde ışık olacak deniz fenerleri gibi (yine mi benzetme dolls!). bense, tutunacak bir tane dal, bir sopa, bir direk, bir taş bulamadan, varolanları da göremeden, oradan oraya uçuyorum. bazı sağlık sıkıntılarımın ruhsal dengemi bozduğu, sonra bozulan ruhsal dengemin fiziksel sağlığımı etkilediği bir girdabın içindeyim. nefes alamamanın nasıl bir şey olduğunu nefes alırken deneyimlememiştim, küçücük detayların bile boyumdan büyük kaygılara dönüşmesini hiç bilmiyordum. yemek yiyemediğim, işe gidemediğim, uyuyamadığım sayısız gün geçirdim. birkaç ay önce de birden sol kulağım duymamaya (çok az duymaya diyelim) başladı. vücudum ve aklım bana bir şey anlatmaya çalışıyor; görüyorum, duyuyorum (artık kısmen), hissediyorum, gerçekten çabalıyorum. bununla ilgili hiçbir sorunum yok, çabalayacağım da, ama sevdiğim bazı şeyleri eski yerlerine koymaya çok ihtiyacım var. tanıdık olanları, bildiğim yerlerde bulmayı çok istiyorum. çünkü bahsettiğim süreç içinde; savrulmak derken, tutunacak şeyler bulamamak derken, sevdiğim şeylerden uzaklaşmak derken... maalesef hiçbir şey izleyemez ve okuyamaz hale geldim. (bunun arkasında ağır bir tecrübe var, ancak şu an anlatabilecek kadar güçlü değilim)

    birkaç ay önce ise; yazın gelmesinin ve yazı her şeye rağmen çok ama çok sevmemin etkisiyle, okumaya başladım. kendime iyi gelecek kitaplar bulmak, onlara dalmak nasıl beklediğim bir şeydi (anlayamazsınız). film konusunda hazır olmam çok daha uzun sürdü. ama sonunda oldu. evet, astreoid city, bu sürecin içinde izleyebildiğim ilk film, hem de sinemada, hem de sonuna kadar. ve biliyor musunuz? film kötü, baya kötü, ama ben filmi çok sevdim. ”the french dispatch” ile beni üzen wes anderson, bu filmiyle daha da üzmeliydi ama işte hayat * . bu filmi hep seveceğim.

    wes anderson'ın yarattığı karton dünya, karton kasaba, karton karakterler bana öyle iyi geldi ki; ne ortamla, ne insanlarla, hiçbiriyle empati kuramadım, sempati besleyemedim, yanlarında olmak ve anlamak istemedim. filmde ne oluyorsa, hızlıca olup geçiyor, akıp gidiyor, hiçbir şey birikmiyor, bir iz bırakmıyor, benim de üstümde izi kalmadı. tam olarak ihtiyacım olan şey de buydu. arasam bulamazdım, o beni buldu. her şeyin bu kadar iki boyutlu yaratıldığı, derinleşmediği bir dünya yarattığı için wes anderson'a güceniyorsanız, lütfen gücenmeyin. evet, çok haklısınız. ama işte herhangi bir sinemada onu izlemiş birine, bir şekilde iyi geldi.

    hiç mi yok derseniz, bir sahne var tabii (ah!). filmde sürekli meydan okuyan bir çocuk var hani; on kat yüksek bir binadan atlayabilirim, dünyanın en acı biberini yiyebilirim, bir kaktüse sarılabilirim, elektrik kablolarını vücuduma sarabilirim... gibi sayısız tehlikeli iddiada bulunuyor ve en önemlisi yapıyor da. artık etrafındaki insanlar, özellikle babası, onu dikkate almamaya başlamış. kolu mu kırılmış, canı mı yanmış, önemli değil. babasının filmin sonlarında, ilk defa çocuğa sormayı akıl ettiği bir soru var; ”niye bunu yapıyorsun, amacın ne?”. aslında, ilk seferde sorulması gereken bir soru. filmi izlerken biz sormuşuzdur en azından; bu çocuk neden bunu yapıyor diye. çocuk da şuna benzer bir cevap veriyor; ”bilmem, sanırım evrendeki varlığımı kimse farketmeyecek diye korktuğum için bunu yapıyorum". bir çeşit,”ben de burdayım” deme şekliymiş yani. müthiş değil mi? işte bu sahnede biraz nabzım yükseldi, nefesim sıklaştı, geliyor gelmekte olan diye ayılıp bayılıyordum ki, bir şekilde kendimi sakinleştirdim ve filmi sonuna kadar izledim. film bitince, az biraz ağladım, kendimi tebrik ettim, salondan çıktım. henüz başka bir film izlemedim.

    bu yazıyı yazabilmem haftalarımı aldı çünkü yazmakta da çok zorlanıyorum. sonra yazdım, kenara koydum, bu sefer paylaşmak haftalarımı aldı çünkü birileri okuyacak diye ödüm kopuyor. bugün noldu bilmiyorum (aslında bal gibi biliyorum) ama ne olacaksa olsun diyerek, tek bir kelimesine bile dokunmadan ”gönder gitsin” diyorum. bir çeşit meydan okuma diyelim. en kısa sürede, sevdiğim şeylere; okumaya, yazmaya, izlemeye dönmek istiyorum. savrulmaksa savrulmak, ama tutunacak bir iki dal fena olmaz. sonrasını sonra düşünürüz.

    sevgiler, dolls.
  • wes anderson sineması başka bir yöne kaydı ya da kaymak üzere. daha sağlıklı bir söylem için bir sonraki filmini beklemek gerektiğini düşünmekle birlikte, bana kalırsa, rushmore veya bottle rocket ile daha da iyisi the royal tenenbaums ile seyirciyi duygusal derinliklere sokup çıkaran, the grand budapest hotel ve the darjeeling limited ile kendine has mizahının zirvelerinde çıplak ayakla dans ederek dolanan anderson değil artık. the french dispatch'ten beridir iki filmdir görsel olarak doyurucu fakat karakterlerin derinleşmesine izin vermediği filmler sunuyor. diğer yandan zaten güçlü olan biçimsel yönüne iyice yaslanarak, masallarını görsel yönden inanılmaz kuvvetli hâle getirmeye başarıyor.

    bunlar iyi ya da kötü olarak yorumlanabilecek türden değişimler/tercihler değil. aslında bu bir yandan ilginç. sürekli kendini tekrar ettiği eleştirisine maruz kalan bir yönetmen iki filmdir bambaşka bir çizgiye geçmesine rağmen, bu, seyirciler tarafından pek hissedilmiyor. çünkü simetrik kadraj ve renkli imaj bombardımanı bildiğimiz hâliyle devam ediyor. ama karakterlerin kendi iç dünyalarına dair ufak bir hafıza yoklaması yapmamız ile ne kadar farklı filmler izlediğimiz hemen kendini ele veriyor.

    asteroid city, bu söylediklerimin genel bir toplamı. görsel yönden iyice renkli, neredeyse oyuncak kıvamında ve masalsı, birbirini tekrar eden mizansenler, iç dünyalarına dair neredeyse ipucu bile alamadığımız karakterler ve dozu biraz daha azalmış olan mizah. anderson'ın ciddiyet mizahı diye tanımlasam çok abes durmayacağını düşündüğüm ve bayıldığım o mizahını artık uygun kıvamda değil eser miktarda görebiliyorum. gerçi yine o üç kız çocuğundan alabileceği maksimum verimi almayı başarmış. inanılmaz tatlılardı. anderson filmlerinde çocuklar genelde yetişkinlerden daha olgun, daha aklı başında davranışlar sergilerler. burada da çocuklar çok farklı değil ama çocukluğun benzersiz masumiyeti beyaz perdeye öyle güzel taşınmış ki, gülümsetmek için ayrıca bir şey yapmalarına da gerek yokmuş. kendi hâlleri yeterince wes anderson mizahı olabilirmiş zaten.

    ancak benim esas ilgimi çeken, yas tutan karakterlerine ayrı bir saygısı ve sempatisi olan, onların yas süreçlerini ne fazla derine indirip kaybeden ne de çok yüzeye çıkarıp sıradanlaşmasına izin vermeyen anderson, asteroid city'de, augie ve woodrow'un kayıplarının yasını ne şekilde ve hangi duygularla yaşadıklarına dair alışılmadık bir tavır takınıyor. evet acı var, orada, görebiliyoruz, hepsi o kadar. anderson, augie'nin kulübenin penceresinde verdiği kadrajla ilgilendiği kadar onun iç dünyasında olan bitenlerle ilgilenmemiş veya ilgilenmemeyi tercih etmiş desem, gerçekleştiğini düşündüğüm değişime iyi bir örnek olabilir.

    her değişim mutlaka daha iyiye ya da daha kötüye olmaz. bilhassa insan ve sinema gibi değişmemesi imkansız, bugünden yarına dahi değişmek zorunda olan ve birbirini organik biçimde besleyen iki mekanizma söz konusuyken mutlaka bunlar yaşanır. galiba anderson da artık görselliğe, sanat tasarımına, dekora, renklere daha çok ilgi gösteriyor. kamera hareketlerinde değişen bir şey yok zaten. yine iki hareket ile * bütün filmi götürüyor maşallah, müthiş biri.

    anderson sineması ne yöne evrilirse evrilsin ben her filmini ilgi ile beklemeye devam edeceğim. dünyada yeterince acı var, hayatımda da yeterince sorun var; yeterince sorunlu ve dramatik film de var. wes anderson filmi izlerken, misal kırk beşinci dakikasında bir yerde, bir anda ''nasılsa filmdekilerin başına kötü bir şey gelmeyecek, tatlı tatlı atışacaklar, biraz üzülecekler, anlamadığım bazı şeyler de olacak ama neticede finalde içim kararmayacak'' farkındalığı geliyor, o farkındalıkla şöyle bir doğrulup izlemeye devam ediyorum.
  • efsane milan kadrosuyla maça çıkıp boktan bi' zeminde topu elle oynamaya çalışmışlar gibiydi. arada sırıtsam da paramı çıkartmayacak bir sırıtmaydı. kesinlikle sinemada izlemeyin. üç beş simetrik sahne var diye film çekmiş olmuyorsunuz. pes anderson, wallahi pes.

    ha bir de illa şu scarlett'e bir çıplaklık sahnesi ekleyeceksiniz, şu ana kadar gördüğüm en zorlama çıplaklık sahnelerinden biriydi. bu kadroyla ne dönüyor olabilir derken bu kadroyla neyin eksikliğini sakladınız diye sormak lazımmış.
  • sette besin zehirlenmesi olsa hollywood biter. öyle bir kadroya sahip film.
  • yüzlerce insanın çalıştığı ve emek verdiği bir işte bir kişinin bile " aga biz ne yapıyoruz" diye sormadığı film.
    bu kadar iyi oyuncuyu toplayıp, ortaokul müsameresi çekmek sinemaya ihanettir.
    film kastını bir masaya oturtup,1.5 saat sohbetlerini çeksek, daha izlenebilir bir şey olurdu.
    bir yönetmene küfür ettirecek derecede kötü bir film.
  • amerikan bilim kurgu romantik komedi drama filmi. 2023'de gösterime giren filmin yönetmeni ve senaryo yazarı wes anderson. genel yorumların aksine filmi beğendim ve keyifle izledim, belki de tiyatro izlemeyi özlemiş olmam etkiledi kim bilir. filmde hikaye yazarının olduğu sahneler, oyuncularla diyaloglar, anlatıcı ve hikayenin sahnelenmesi gibi farklı sekanslar mevcut. pastel renklerin hakim olduğu teatral bir atmosferde yıldız oyuncuların varlığı ile oldukça ışıltılı ve renkli sahneleri izlemesi zevkliydi. filmde çok farklı olaylar, insan ilişkileri, yalnızlık, sistem eleştirileri, çocuk ve yetişkin dünyasının gerçekleri algılamaktaki farklılıkları hatta uzaylı ziyareti gibi farklı konular, oldukça güzel diyaloglar ve mizahi unsurlar mevcuttu .
    --- spoiler ---

    hikaye, 1950'lerde kurgusal bir çöl kasabasında geçiyor. kasabanın dibinde kocaman bir meteor krateri, az ilerisinde atom bombası denemelerinin yapıldığı ve mantarımsı toz bulutlarının yükseldiği askeri alan ve uçsuz bucaksız çölde kurulmuş minicik bir kasaba. yoldan geçen arabaların cayırtılı siren seslerini ilginç olarak bu izbe kasabadakiler sıradan karşılıyor. yıldız gözlemcileri toplantısı için çöldeki bu kasabada buluşan askeri yetkililer, bilim insanları, öğrenciler, ödül kazananlar, aileleri ve öğretmenler vs den oluşan bir topluluk mevcut. augie steenbeck bir savaş fotoğrafçısı. eşini yeni kaybetmiş, 4 çocuğunun bu kayıptan haberi yok. oğlu woodrow dahi kategorisinde içine kapanık bir ergen ve buluşu ile ödülü hak etmiş. kasabaya gelme nedenleri de bu. arabalarının bozulması da makus talihlerinin bir parçası. üçüz kızlara ve dünyaya bakışlarına bayıldım. prenses olmayı reddetmelerine ayrı, her koşulda çocuk kalmayı ve oyun oynamayı sürdürmedeki yeteneklerine ayrı bayıldım. midge campbell bir tiyatro oyuncusu, karakter çok güçlü ve güzel işlenmiş. augie ve midge arasındaki diyaloglar çok etkileyici. bir otobüs dolusu öğrenci ve öğretmenlerin gelmesi ile kasaba iyice renklenmeye ve canlanmaya başlar. ödülü kazanan gençler kendi ilişkilerini ve dünyalarını yaratmakta hiç vakit kaybetmez. tören günü klişe konuşmalar devam ederken bir uzay aracı gelir, uzaylı dostumuz iner ve küçük meteoru alır, fotoğraf için pozunu verir ve gider. sonrasında vakit kaybetmeyen devlet yetkilileri bölgeyi karantinaya alır ve kişilerin algısı ile oynamaya başlar. hatta bilgilerin yüz yıl boyunca saklanacağı şerhini koyar. bu kaos ortamında insana ait olan aşk, tutku ve çatışmalar devam eder. steenbeck'in çektiği fotoğraf çoktan basının eline verilmiştir. hanks dede rolünde de mükemmel. bu algı çalışmaları çocuklara sökmez. şarkılarını bestelemeye, kendi gerçekleri ile hikayelerini anlatmaya devam ederler. farklı sahnelerle anlatıcıyı dinliyoruz, yazarın dünyasını, iç çatışmalarını izliyoruz, oyuncuları izliyoruz vs. sahneler, diyaloglar farklılıkları ile devam eder gider. günün sonunda kasabada herkes dağılır, oyuncular dağılır, geriye müzik eşliğinde dans eden neşeli bir kuş kalır. film bittiğinde kendimi kuş kadar keyifli hissettim yalan yok.
    --- spoiler ---
  • yönetmenin filmde anlatmak istediği kısaca şöyle:

    " merhaba ben wes anderson. hollywood çevrem o kadar geniş ki istediğim oyuncuyu ayağıma getirtip istediğim saçmalığı oynatabilirim. bu saçmalıkları da hakkıyla oynarlar ancak kurguyu ve senaryoyu o kadar karışık yaparım ki kimse birşey anlamaz. görselliğe özen gösteririm ve buradan oscarımı alırım. siz de apışıp kalırsınız. hadi bana eyvallah"
  • izlediğim en kötü wes anderson filmi. resmen kredisini kullanıp, yıldızları toplayıp çocuk müsameresi çekmiş. umutlar ve yüksek beklentiler the wonderful story of henry sugar'a kaldı.
  • yönetmenin önceki filmlerinden kazandığı paralarla holivud starlarını bir araya toplayıp seyirciyle t**ak geçtiği bir film olduğunu düşünüyorum.

    bir eser fikirsel olarak karşıya bir şey vermeli mi o da tartışılır tabi ama ne anlatmaya çalıştığı hakkında hiçbir fikir oluşmadı bende. sanki şey gibi olmuş, 'bakın ben görsel olarak çok iyi şeyler çekiyorum ne anlattığımı ben de bilmiyorum sadece güzel görünüyor'. neyse, ben sevmedim.
  • kadıköy sinemasında izlemeye çalıştığım film. izleyeni düşünceleri ile kurşunlayacağına eminim. mesela iç sesim durmadan “uyuma black daha bitime çok var kanalize ol lütfen” deyip durdu.
hesabın var mı? giriş yap