hesabın var mı? giriş yap

  • kökenleri genel kabul görmüs sava göre hindistan'in pencab eyaleti olan halk. sanildigi gibi bu insanlar kendiliginden göc etmemis, tarihi kayitlarda da sabit oldugu üzere, ayni zenciler gibi, köle olarak dünyanin dört bir tarafina dagitilmislardir. romanlardan (cingene sözcügü az yada cok küfür anlami kazandigindan kullanmasak?) bahseden en eski kayit tabari'ye aittir. 855 yilinda suriye'ye saldiran bizanslilar'in oraya yerlesmis romanlari esir alip, bizans'a dagittigini kaydeder. gene daha sonralari firdevsi tarafindan yazilmis sehname'de 5. yy.'da iran sahi bahram'in hint racasindan kendisine müzisyenlikleri ile nam salmis luri kavmini göndermesini rica ettigi gecer. cingene sözcügü de etimolojik olarak bu olaya atifta bulunur: kökeni farsca cengiyan olup ceng adli eski bir calgiyi calan, ya da kisaca calgici demektir. büyük olasilikla romanlarin atasi olan bu kavimle birlikte daha 5. yy.'da romanlarin büyük yolculugu baslamistir. 1000'li yillarin basinda hindistan'a saldiran gazneli mahmud'un buradan yarim milyon esir aldigi da tarihi kayitlara girmistir. dolayisiyla alinan bu esirler, o zamanki büyük dogu imparatorluklarina dagilmis ve tabii ki bu insanlar yeni geldikleri yerde en alt tabakayi olusturduklarindan zamanla, ayni amerika'daki zenciler gibi, gettolar meydana getirerek farkli bir altkültür yaratmislardir. bir süre sonra da belki de kölelikten kacan romanlar gönüllü göcebelige baslamislardir. yolculugun devamini takip edecek olursak:

    1290 yunanistan'da ilk kez romanlarin varligi kaydedilir.
    1383 macaristan
    1385 romanya'da ilk roman köleler.
    1407 almanya
    1418 fransa
    1425 ispanya
    1445 eflak prensi vlad dracul bulgaristan'dan 12.000 roman köle getirtir.
    1468 kibris
    1498 kristof kolomb'un yanlislikla amerika'yi kesfeden gemisinde de dört roman bulunmaktadir!
    1501 rusya
    1505 ingiltere
    1512 isvec
    1538 portekiz ülkesindeki romanlari kolonilerine sürgüne gönderir.
    1547 6. edward ingiltere'deki tüm romanlarin yakalanip bir "v" ile daglandiktan sonra iki yil köle olarak calistirilmalarini öngören bir yasa cikarir.
    1568 papa 5. pius tüm romanlari afaroz eder.
    1589 danimarka ülkesini terketmeyen romanlara idam cezasi getirir.
    1660 14. louis fransa'daki tüm romanlari kolonilere sürgüne yollar.
    1710 avusturya imparatoru 1. joseph tüm roman erkeklerinin mahkemesiz idam edilmesini, cocuk ve kadinlarin da sakat birakilmasini öngören bir yasa cikarir. (bu adama bir de utanmadan aydinlanmaci hükümdar diyorlar!)
    1725 baska bir aydinlanmaci hükümdar prusyali 1. fredrich wilhelm kendi topraklarinda yakalanan 18 yasin üstündeki tüm romanlarin kadin erkek ayrimi gözetilmeksizin asilmasini emreder.
    1726 yukarida adi gecen 1. joseph'in kardesi yeni avusturya imparatoru 6. karl ülkesinde bulunan tüm roman erkeklerinin idam edilmesini, kadin ve cocuklarin ise kulaklarinin kesilmesini ve imparatorluk sinira getirilip sinir disi edilinceye kadar kamcilanmalarini emreder.
    1753 stephan valyi adli bir macar ögrenci roman dilinin pencab kökenli oldugunu kesfeder.
    1783 ispanya roman dilini ve giysilerini yasaklayarak 90 gün icerisinde tüm romanlarin yerlesik yasama gecmelerini, buna uymayanlarin da ölümle cezalandirilacagini belirten bir yasa cikarir.
    1803 napolyon bonapart ülkesinde romanlarin ikametini yasaklayarak yetiskin erkekleri orduya, cocuk ve kadinlari da kimsesizler evine gönderir.
    1834 eflak prensi devletin köle olarak calistirdigi romanlari azad eder. moldovya ve transilvanya da bu karari takip eder.
    1874 osmanli imparatorlugu müslüman romanlara diger müslümanlarla esit haklar tanir.
    1885 amerikan göcmen bürolari amerika'ya göc etmek isteyen romanlari geri cevirir.
    1912 fransa her romanin tasimak zorunda oldugu özel bir roman kimligi dagitir; bu uygulama 1970'e kadar sürmüstür!
    1933 hitler önderligindeki almanya özellikle romanlar ve siyahi almanlarin kisirlastirmasini öngören bir yasa cikarir. isvec de bunu takip eder.
    1933-45 avrupa'da yasayan yaklasik 1,5 milyon roman nazilerce öldürülür.

    kaynak: http://www.geocities.com/paris/5121/timeline.htm

    görülecegi üzere romanlar belki de dünya üzerinde en cok ezilmis halk sifatina haizdirler. dolayisiyla bu insanlari pesinen suca yatkin olmakla suclamak yerine, hangi sartlar altinda bir kisminin bu duruma geldiklerini sorgulamak gerekir.

  • "yolda yürüyen bir çift erkeğin konuştukları konunun ilginçliği, civarda yürüyen kız çiftlerinin kendilerine uzaklıkları ile ters, güzellikleri ile doğru orantılıdır"
    (24.08.2004, ankara)

  • beren saatçi'nin sevinirken ağzı yamuluyor. hep anırma, ağlama olmamış, bir ara mutlu olmuşlar besbelli, flaşbekte izledim. şimdi behlül'ün amcasını gördüm. bihter'in kocası olması gereken bu adam savaş ay hırkalı bir devlet dairesi çaycısını andırıyor. normalde berenle bir münasebeti olabilmesi için en az 300 trilyon değerinde bir altın kaplama saylon kostümüyle gezmesi şart. ama seyirci bunu bu haliyle yemiş, kabullenmiş. zaten yakışıklı amca olsaydı otomatikman aldatmaya kıl olacaktık. madem geçkin, madem çaycıl, o zaman aldatıleybıl.

  • film jacques lacan’ın objet petit a kavramının anlaşılması noktasında fazlaca kolaylık sağlaması bakımından bir adım öne çıkıyor. felsefi ve psikanalitik arka planı fazlasıyla güçlü olan filmin aşağıda belli bir yönüne odaklanılacaktır.

    içine kapanık çekingen biri olan joel barish ve rahat, özgür ruhlu clementine kruczynski tüm bu farklı kişiliklerine rağmen birbirlerine âşık iki kişidir. iki yıllık (defterine iki yıldır ilk kez bir şeyler yazar) beraberliklerinden sonra yaşadıkları şiddetli bir tartışmanın ardından ayrılırlar ve clementine joel ile ilgili anılarını zihninden sildirir. bunu öğrenen joel de aynı yöntemi uygular ve clementine ile ilgili anılarını zihninden sildirerek onu bütünüyle unutmaya karar verir. fakat anıların silinme seansı esnasında işler yolunda gitmez ve geriye doğru giden silme işleminde joel, clementine ile ilgili güzel anılarına sıra geldiğinde silme işleminden vazgeçer.

    bu arada clementine’nin joel’i silme seansında ona âşık olan patrick, joel’in anılarını ve clementine’ye daha önce aldığı hediyeleri kullanmanın işe yarayacağını düşünmekte ve clementine’yi bunlarla tavlamaya çalışmaktadır. seans sırasında patrick ve silme işlemini yapan diğer kişi olan stan arasında clementine hakkında geçen konuşmalar joel’in anıları arasına karışır ve kendisine bir oyun oynandığını bu oyunla patrick’in clementine’yi ele geçirmeye çalıştığını düşünmeye başlar. seansa iki müdahale vardır, birincisi joel’in kendisi tarafından yapılan müdahale (gittikçe keyifli hale gelen anıları kaybetme korkusu), ikincisi ise seansı yapan kişilerin konuşmasının yol açtığı müdahale (patrick ve stan’ın clementine hakkında konuşmaları).

    bu müdahale silme işinde sorunlara yol açar. stan’ın makineyi otomatiğe aldığı ve şirketten mary ile eğlendikleri/seviştikleri bir sırada joel kontrolden çıkar ve kendisini bulamayacakları çocukluğunda bir yerlere gider. stan problemi çözemeyeceğini anlayınca hatıraları silme işini yapan kurumun başındaki dr. howard mierzwiak’ı çağırır. howard silme sürecini yeniden rayına oturttuğu sırada stan hava almak için dışarıya çıkar ve mary howard’a yakınlaşır ve onu öper. mary daha öncede howard’a yakınlaşmış karısı bunu fark edince howard mery’nin hafızasından kendisini silmiştir. mary bunu öğrenince şirketten tüm müşterilerin kayıtlarını çalar ve bunları müşterilere postalar.

    film fazlasıyla dark city (1998)’deki sorgulamayı anımsatır. soyları tükenmek üzere olan “yabancılar” kendi soylarını korumak için, insanı insan yapan şeyin ne olduğunu bulup kendilerini bu doğrultuda şekillendirmek üzere büyük bir deneye girişmişler. kurdukları yapay bir şehirde, insanların anılarını birbirlerine naklederek (imprint) insanların gerçekte hatıralarının toplamından ibaret mi olduğu sorusunun cevabını ararlar (bkz: dark city). iki filmin verdiği cevap da aynıdır: hayır. eternal sunshine of the spotless mind’ın cevabı biraz daha net ve açıktır. clementine’yi tavlamaya çalışan patrick tümüyle joel’in yöntemlerini uygular ama başarılı olmaz. insan ilişkilerinde pratiklerin dışında o ilişkiyi belirleyen bir şey bir “fazla/eksik” vardır. (jacques lacan’ın objet petit a dediği şey). tüm her şeyi kat eden bu fazla/eksik olmadıktan sonra pratiklerin hiçbir anlamı yoktur.

    filmin ikinci olay üzerinden soruya verdiği hayır cevabı daha sarsıcıdır. tüm anıları silinmiş olmasına rağmen, joel bir kez daha clementine ile karşılaşır ve birbirlerine âşık olurlar. ilk âşık olma bir tesadüf değildir, belli koşulların bir araya geldiği belli pratiklerin ürünü olan bir tesadüf değildir. aşk başlı başına o “fazla/eksik”in diğer pratikler arasında bir tutkal işlevi görerek ürettiği bir şeydir. söz konusu “fazla/eksik” ikinci kez karşılaşmalarında yeniden devreye girer ve bir kez daha âşık olurlar. dolayısıyla insan anıların, pratiklerin depolandığı ve davranışların bunlara göre şekil aldığı bir mekanizma değildir. onda ondan fazla/eksik olan bir şeyler vardır. bu da jacques lacan’ın bahsettiği objet petit a yani arzunun ulaşılmaz nesnesidir [1]. bütün o düzenli anılarla dolu deponun içinde küçük bir delik, onlara ait olmayan onlardan fazla/eksik bir şey. işte bu insanı özneleştiren şey olduğundan, anılar asla başka birinde işe yaramaz.

    fakat silme seansında joel silme işinden vazgeçtikten sonra clementine’ye kendisiyle bütün bu işlerin sonunda montauk’da buluşmasını söyler (“meet me in montauk”). bu uyarı seanstan uyandıktan sonra joel’in bir sonraki gün tren istasyonunda montauk’a giden tren anonsunu duymasıyla gündelik hayata dâhil olur. montauk’da bir buluşması olduğunu anımsar. bu anons adeta bilinçaltına yönelik bir uyarıdır ve joel bilinçsiz bir şekilde (nedenini bilmez) montauk trenine yetişir ve oraya gider. clementine de oraya gelmiştir. o da büyük olasılıkla benzer bir şekilde bilinçaltındaki “montauk’da buluşalım” güdülenmesiyle oradadır. fakat onları bir araya getirmeye yönelik bu müdahale objet petit a’nın rolünü ortadan kaldırmaz. zira onları birbirine âşık eden şey orada karşılaşmış olmaları değil, objet petit a’nın kendisidir.

    film bu argümanı mary ve howard arasındaki ilişkide de tekrarlar. daha önce bir şekilde birbirlerine ilgi duyan iki kişi buna dair tüm anıları silinmesine rağmen yine birbirlerine ilgi duyabilirler. başka bir zamanda başka koşullar altında olsa bile bu böyle olur. film bu yönüyle yapısalcılık (structuralism) ve inşaacılık (constructivism) söylemlerine fazlasıyla meydan okur. insan ne pratikleri vasıtasıyla kurulan ne de koşulların bir ürünü olan bir şeydir, insanı insan yapan onda ondan fazla/eksik olan bir şeydir, objet petit a’nın ta kendisidir.

    ek okuma:
    [1] objet petit a: slavoj zizek’in tanımıyla sadece fantezinin doldurabileceği inşa edici temel bir boşluk, fantezi ise boşluğu dolduran hayali bir senaryo olarak, inşacı bir şey olarak işleyen şeydir [“functions as a construction, as an imaginary scenario filling out the void”]. (bkz. slavoj zizek, jacques lacan: critical evaluations in cultural theory, taylor & francis, 2003, s. 362). fakat önemli bir nokta da fantezinin tamamen gerçeklikten başka bir şey olmadığıdır. o gerçeklik olarak adlandırdığımız şeye tutarlılığını veren bir şeydir [“the support that gives consistency to what we call”] onu kat eden ve anlamlı bir bütün haline getiren. (bkz. slavoj zizek, the sublime object of ideology, verso, 1989, s. 44)

  • klavyede malum bir arf bozuldu, basmıyo. artık internet ayaatıma trakya ağzıyla devam ediyorum. epten battık.

  • chp'li arkadaşımı kızdırmışlar;
    chp'nin iktidar sorunu var diyorsunuz, en yaşlı üye deniz baykal'ın kasedi var !

  • fatih altaylı: türkiye'de cumhuriyet'i savunanlar var.
    ilber ortaylı: evet.
    fatih altaylı: fakat bu ülkede cumhuriyet'e sövenler de var.
    ilber ortaylı: onlar gerizekalı.

  • açıkça ve içtenlikle belirtiyorum: sağlıklı bir insanın türkiye’yle alakalı tüm beklentisini kaybetmesi en fazla iki, bilemediniz üç saatini alır. 2-3 saatten sonra belli bir uygarlık düzeyinde bilinci olan, gerçekçi, hassas ve hukuktan haberdar insanın türkiye’yle alakalı içinde olumlu bir his olmasının yolu yok. hele türkiye’de yaşayan yabancı bir kişi... onun söz söylemeye -bazılarının aklına göre- hakkı dahi yok.

    bayağıdır evden çıkmıyorum ama bu, içinde bulunduğumuz süreçle fazla alakalı değil: evden çalışıyorum ve haftanın 1-2 günü, 1-2 saat dışında evden çıkmam gerekmiyor. ben de çıkmıyorum. istanbulluyum. istanbul’da yaşarken bienale, müzeye, sergiye, sinemaya, tiyatroya gittiğim, dolaştığım; mahalleliyle, sokak çocuklarıyla kapı önlerinde konuştuğum; sokağın kedisini, köpeğini tanıdığım; dinlediğim, okuduğum, yazdığım; aklımda hiçbir şey yoksa arkadaşlarla 1-2 bira alıp, sokağa çıkıp yeni insanlarla tanıştığımız keyifli bir yaşamım vardı. bahsettiğim 5-10 yıl öncesi, fazla değil.

    şu an yaşanan ne varsa 5-10 yıl önce de vardı ama hiçbir şey böyle alenen yaşanmazdı, insanlar belki yine kötüydü ama kötülüğü böyle rahatça sağa sola yansıtmazdı: insanların genelinde tepki gösterme bilinci vardı, insanlar önemserdi tepki mefhumunu; bir şey yapacaksa bir kez daha düşünürdü, genelde yapmazdı. sokağa çöp atsa “n’apıyorsunuz?” diyen, bir kişi kendisine veya başkasına rahatsız edici şekilde baksa “neden bakıyorsunuz?” diyen; kediye, köpeğe zarar vermeye çalışan olursa “hayvanlara zarar vermeyin!” diyen insanlar vardı. hatırlıyorum: henüz 17 yaşımda bile değilken beni okulun girişine kadar takip etmeye çalışan kişiye simitçi tepki göstermişti, ona yanına kadar gidip “ne isteyeceksin?” demişti. adam da önce tanışıyormuşuz gibi yapmış, ardından yüzümdeki dehşeti anlayıp gitmişti. şu an yaşıyorsa simitçi aynı simitçidir, biliyorum ama orada o tepkiyi gösterse karşıdaki kişi ne gösterir; bıçak mı, faça mı, bilmiyorum. sokaktaki kişi başını çevirip bakar mı, bilmiyorum.

    böyle böyle ben kendi yaşamımı aldım, erteledim bir köşeye. tepki göstermeyen bir kişi olmadım, hâlâ değilim fakat türkiye’de insanların şu tavırsızlığının tekrar, tekrar tekrar, tekrar tekrar farkında olmanın ağırlığı bendeki yaşamaya meyilli hâlden hiçbir şey bırakmadı. heveslendiğim her an aklımdaki “ya öyle olursa, ya şöyle olursa?” fikri bende insanlara, insanlığa heves de bırakmadı.

    bahsedeceklerim, çoğunun her an yaşadığı konular, biliyorum ama bayağıdır evden çıkmayan, yaşamın insanın yüzüne her an bir tokat gibi çarpan yüzünü bayağıdır hatırlamayan bir kişi olarak bu akşam tekrar hatırladım ki türkiye’de sağlıklı insan, karşılaştığınızda yüzünden anlayacağınız kadar az. insanların geneline artık ne yazık ki olağan gelen konular olağan değil. bu bataklıktan kendimi soyutlayacak fırsatım olduğu için ben kendimi hiçbir an böylesine rahat hissetmemiştim, içimde hep eksiklik hissetmiştim. bu akşam anladım ki ben insanların genelinin şu anki hâliyle her an karşılaşsaydım açıkça gider, ruh ve sinir hastalıklarına “beni alın.” derdim. artık ne yazık ki haberdarım. alenen bilinçsizlik, hukuksuzluk, saygısızlık, şiddet, tedirginlik vb. bilumum mefhumu haiz bir filmde yaşıyoruz ama hiçbirimiz yaşadığımız hiçbir şeyin insan olarak, hâlâ insan olarak hiçbir şekilde karşısında dikilemiyoruz.

    19.00 gibi çıktık, deniz kenarına gittik oturup konuşmaya, denizi seyretmeye. ben bayağıdır yoğun çalışıyorum, salt yoğunluk ve yorgunluktan vareste bir akşam istiyordum. sakin bir köşeye oturduk. ilk dakikada denizin içinde bira yüzüyor. denizin içinde balık değil, bira yüzüyor. balık tutanlar veya artık her kimse denize bira atıyor, sonra “denizde neden balık yok?” diyor.

    her neyse arkadaşım balık tutmaya çalışıyor, ben de oturmuşum, sakince kitap okumaya çalışıyorum. çalışıyorum zira hemen yanda, insanların içinde (öyle “şarkı dinlerken insanları rahatsız etmeyeyim, kendi duyabileceğim şekilde dinleyeyim.” diyemeyecek kişiler.) aniden hoparlörle şarkı dinlemeye başladılar. ama öyle bir gürültüye o an herhangi bir insanın “lütfen kısabilir misiniz?” demesi değil, direkt polis çağırması gerekir. öyle böyle değil. bir insan, bir insan bile çıkıp “merhaba, burada insanlar oturuyor. insanları rahatsız ediyorsunuz. biraz kısabilir misiniz?” demedi. bu 5-10 yıl önce olsa en azından 1-2 kişi de olsa uyarırdı. ama uyarmadı. biliyorum, hafif bir konu olduğu fikrinde çoğu kişi ama değil: isteyen annesine, babasına sorabilir komşu böyle bir kanunsuzluk, saygısızlık yaptığında tepkilerinin n’olduğunu. bu, açıkça ayıptı, saygısızlıktı. arabanın içinde benzer şekilde şarkı dinlemeyi de geçtim, insanların oturduğu yerde bu şekilde hareket etmek düpedüz saygısızlıktı. ben çocukken gittiğimiz ormanda benzerini yapan 4-5 insanı uyarmaya benim annemle dedem gitmişti, “bu nedir? bunu lütfen kısalım.” demişlerdi. ayıptı yahu. şarkı dinlemek değil, dinlediğini dinletmek ayıptı.

    neyse, ben 10-12 metre öteye gittim. orada, o gürültünün içinde 1-2 sayfa bile kitap okumanın yolu yok. arkadaşım da uyarmaya yanaşmadı. ben de belki birazdan kısarlar diye öteye gittim. ne mümkün: orada da aynı gürültü, aynı kişilerin gürültüsü. geri geldim, “ben birazdan kalkıyorum, aklım almıyor, başım kaldırmıyor.” dedim. o da “bekle, birazdan birlikte gideriz.” deyince, kendileri de kendi gürültülerinden rahatsız olmuş olacak ki şarkı da biraz kısılınca, biraz daha kalmamda bir beis görmeden bekledim. önde bir sokak köpeği oturuyor. çağırdım, koşa koşa geldi, hemen başını sevdirdi, yattı öylece. 5-10 dakika sonra önceki yerine geri gitti, yatıyor. iki çocuk yerde yatıp birbirine kum atıyor. ama corona var, ama insanlar yaşamlarını kaybediyor... derken çocuklardan biri yerden birkaç taş topladı, hiçbir insana hiçbir zararı olmayan köpeğin üstüne attı. ya arkadaş, hiçbir insan “n’apıyorsunuz?” demiyor. “n’apıyorsunuz?” dedim, bakıp, tedirgin olup gittiler. köpek de kenarda bir şeyler yakan bir adamın (kenarda bir şeyler yakan, bir şeyler yakan, yolda.) yanına gitti. bu kez adam köpeği süpürgeyle kovalamaya başladı. yahu bu hayvan vebalı mıdır, bu hayvan sizin şeytanınız mıdır? bu, ne nefret? bir insan bile adamın yanına gidip “beyefendi, n’apıyorsunuz? hayvanın size ne zararı var?” demedi. hayvan ta arabaların yoğun olduğu sokağa gitti. orada bir şey olsa çocuk mu suçlu, çocuğun ebeveyni mi suçlu, adam mı suçlu? siz hayvanlara zarar veriyorsunuz, verdiğiniz zararın utancı yüzünüzü kızartmıyor, çocuğunuzu da böyle yetiştiriyorsunuz. çocuğunuz çocukken böyle taş atıyor, büyüdüğünde aynı diğer adam gibi köpeği süpürgeyle kovalıyor. siz de içinizden “ben ne yetiştirdim böyle?” demiyorsunuz, aynını çocuğunuza, çocuğunuzun çocuğuna öğretiyorsunuz.

    benim çocukluğum bir köpeğin karnında yatarak geçti, bir sokak köpeğinin... sokak sakininin köpeğe saygısı vardı, korna çalmaz, köpek kalkmasın diye köpeğin yanından geçerdi. şu anda insanlar köpeği yolun kenarından kovalıyorlar. köpek havlıyor, orada kalmak istiyor, bu kez sokak köpeklerini şeytan ilan ediyorlar. kâfi gelmiyor, onlara şiddet gösteriyorlar. bir insan da kalkıp “siz n’apıyorsunuz?” demiyor. bunları benimsemiş insanlar var, bunları yıllarca seyreden insanlar var. aynı insanlar köpeği sokaktan kovuyorlar. bir kişi arkadaş, bir kişi, bir kişi yahu adamın yanına gidip “sokak köpeğini süpürgeyle kovaladığınızı gördüm. size tam olarak n’aptığını açıklar mısınız? ben size herhangi bir şey yaptığını görmedim.” demiyor.

    gitmeden önce yandaki balıkçılardan biri balık tuttu, bayağı büyük bir balık. arada onlarla konuşmuştuk. kendilerine “ne balığı?” diye sorduk, “ayakkabı.” dediler. anlamadık. adam resmen ayakkabı teki tutmuş. denizden ayakkabı teki tutmuş. ya türkiye’nin üç yanı deniz, üç yanında deniz böyle, on yanı deniz olsa on yanı böyle olur. biralar yüzüyor, ayakkabılar dolaşıyor. denizde bir balık yok, bir balık yok! herkes öylece toplanıyor, geri gidiyor. balık gelmiyor değil, denizde balık yüzmüyor. deniz öyle deniz ki içinde balık yüzmüyor. seyretmek istesen, ekmek atmak istesen dolaşacak, ekmeği alacak balık yok. “rast gele!” diyorlar ama rast gelmiyor. gelmez ki.

    artık böylesine saygısızlık kâfi, içtenlikle, böylesine saygısızlık kâfi. balığın denizde, köpeğin çevrede yeri yok. kalkalım, dedik. ilerlerken yolda çekirdekleri, çöpleri yere atanlar; çocuğunun kolunu koparırcasına, sağa sola çarpa çarpa, bağıra çağıra yol alanlar; sokağa balgam atanlar, izmarit atanlar...

    eve vardım, öfkemi hâlâ içimde hissediyorum. açıklamaya çalışıyorum:

    uygarlıktan anlamayanlar, medeniyetsizler, sözüm size,
    bakın, medeniyetsizliğin medeniyetsize de faydası yoktur. medeniyetsizlik, hak edilmiş ağır bir ah gibidir. beddua gibi beddua edene geri gelmez, nereye gidecekse bekler, ağır hâl alır, ilerler ve ah edilene gelir. bir şekilde, öyle veya böyle gelir. siz yaşamasanız ileride çocuğunuza gelir, çocuğunuz yaşamasa onun çocuğuna gelir. rahatsız ettiğiniz her hayvan, her insan, sokağa attığınız her meta n’olduğu önemli olmaksızın bir şekilde sizi tanır ama bizi de tanır ve insanlık olarak bize topyekûn geri gelir. sizin yanınızda diğer insanlara da gelir. kestiğiniz her ağaçla, döktüğünüz her asfaltla sizin de soluğunuzdan alır. denize attığınız her çöple size balıksızlık olarak geri gelir. denize yol yaparsınız, deniz yolu yutar, parçalar, size böyle geri gelir. kediyi öldürürsünüz, fare, sıçan olarak gelir; tavuğu öldürürsünüz, kene olarak gelir; kurdu öldürürsünüz, yaban domuzu olarak gelir; çöpü sokağa dökersiniz, sinek ve bulaşıcı hastalık olarak size gelir, çöpçünün ahı olarak geri gelir. evine beş dakika önce gidebilecek insanın beş dakikasını alırsınız, size bir ömür olarak gelir. illa her konuda dava, hak, hukuk, yaptırım beklemeyin; aldığınız ah, sizde var olmayan sağduyuyu sizde yaratır, onun ağırlığı olarak gelir.

    bir hayvanın sokaktaki insandan kaçışındaki tedirginliğini hissettiğinizde anlarsınız neye neden olduğunuzu. bir ekmek vereyim, dersiniz ama hayvan size gelmez. o zaman o ah size vicdan olarak gelir. belki bu dünyada değil tam olarak ama ölüm döşeğinde, yanınızda olmasını istedikleriniz varken gelir. sizin aklınız illa o düşük ahlakınıza mütevazi mi olacak? dininiz size bunu belirtmiyor. bir çevreye bakın. kötü gördüğünüz her şey (görüyor musunuz ki?) bakın, geri geliyor. topyekûn geri geliyor.

    türkiye’nin ebesini bellediniz. denizinin, karasının ebesini bellediniz. en türk sizsiniz ama türkiye’ye en fazla zararı siz verdiniz. “allah’ın evi” dediniz çevreye, ağaca, ormana; çevreye, ağaca, ormana en fazla zararı siz verdiniz. balığı balık, dediniz, balığa zararı siz verdiniz; denizi deniz, dediniz, denize en fazla zararı siz verdiniz; ormanı orman, dediniz, ağaca, ormana en büyük zararı siz verdiniz. sokağında yürünmüyor, caddesinde çocuk tacize uğruyor; atı, eşeği, köpeği tecavüze uğruyor. bu zararı siz verdiniz. yabancı kişiler vermedi, siz verdiniz. hayvanların yüzüne bakacak yüzünüz yok, hayvana en büyük zararı siz verdiniz. kadını kadındır, dediniz, kadına en büyük zararı siz verdiniz. dağını, gölünü, havasını mahvettiniz, onlara da aynı milletten olduklarınıza da (sizin aklınızda önemli değil ama türkiye’de farklı milletten olduklarınıza da.) en büyük zararı yine ama yine siz verdiniz.

    sakin bir kişiye bile bunları dedirttiniz. ben türklükten, türk olmaktan utanmam ama bir türk evladı olarak sizden, sizin türk olmanızdan utanırım. siz türkiye’yi bu hâle getirmeniz nedeniyle utanın.

  • online herhangi bir şeye kaydolurken ikinci ad olarak sitenin ismini yazın. bu sayede spam email aldığınızda bilgilerinizi kimin sattığını ya da sızdırdığını öğrenebilirsiniz.

  • japonya'da yaşayan bir türk olarak şunu sizlerle paylaşmak istedim. burada, her türlü mağazada, yani konbinisinden tut alışveriş merkezlerine kadar hemen hemen pek çok yerde kasanın yanındaki bağış kutularında türkiye depremi için para toplanıyor. görünce çok duygulandım, paylaşmak istedim.