• aradan geçen 11 yıl 4 saat saat sonra bile tazecik, dumanı tütebilen acı.

    yaşanan ilk acıysa ve anneler günü ise o gün, inanası gelmez hiç insanın. çok küçüktür bir de. daha yeni okumayı sökmüş, yakasına kızarmış elmayı takalı henüz bir ay olmuştur. ilk dönemdeki süper notlar erkenden ''sınıf geçme hediyesi'' isteme cesareti vermiştir ona. baba; oğlum ne isterse alırım deyince o da bisiklet istemiştir. tam istediği gibi oğlunu mutlu eden babanın tek şartı vardır ama. ''okullar kapanınca bineceksin''. peki denir babaya ama kendi kendini yer tabi kardeş.

    anneler günü sabahında ablanın reddetmesine karşı saatlerce yalvarır ''ablacım sadece 10 dakika, nolur babama söyleme ama'' diye. abla da dayanamaz, kıyamaz. verir bisikleti. o sayılı dakikanın yarısı olmadan kapı çalar. komşu kardeşin bisikletten düştüğünü söyler, çok sakin karşılanır, olabilir gibi. yerde yatan, üzeri örtülü biri vardır. var ama onun ayağındaki kardeşin ayakkabısı değil, bisiklette onun bisikleti değildir ki o benim kardeşim olsun. değil işte, hiç birşey onun değil ama bir anda oracıkta beliren babanın yürekten kopan çığlığı herşeyi özetler sana. üzeri örtülü o... canım kardeşim.

    ilk anda anlamazsın. aklın harçlığıyla anneler günü hediyesi almak için para biriktirmiş, süt dişi yeni çıkmış küçüçük kardeştedir. ama o nerde o... o merhametli minik yürek annesi olmadığı için üzüldüğü, zinciri pastan dönemeyen biskleti, ayağındaki ayakkabısı yırtık, 'benim bisikletim öyle değil, sen hep binersin, biraz giyeyim mi ayakkabını, veririm inince diyen sinif arkadaşıyla karşılaşır. ve sen bunları o gittikten yılar sonra, liseyede okuyan, hala ayakkabıyı saklayan o arkadaştan öğrenirsin. ölmek mi, öldürmek mi arasında sıkışırsın işte o zaman.

    yaşıtları üniversite tercihleri hakkında danışmak için abla bilip yanına geldiklerinde ise şakağındaki o şey boğazına dizer hayatını. 19 unda gözleri parlayan genç flörtlerinden bahsederken sen, gitmeden bir gün önce hasta olur diye dondurma almadığın, gözünün yaşına kıyamayıp bisikleti verdiğin, on dakika sonra gelecek olan canini düşünürsün. düşünmek istemediğin tek şey ellerinle üstüne toprak ettiğin kardeşinin kanina, canina biçilen paranin hesabina yatirilmak istenmesidir.

    o anda yüreğinde binlerce mum birden yanar. her gün birisi söner. ama birtanesi hiç sönmez. yediğin lokmanın yarısı acı geçer boğazından. keşkelerle yıllar geçer. suçluluk şakağına dayalıdır hep. kulağındaki onlarca küpe olmuş şey tek karındır. aci çok şey öğretmiştir. dost, düşman ayirmak kolaylaşmiştir sanki. bayramlar mezarlikta başlar, anneler günü karalar günü olur, takvimlerde doğum günü hep kirmiziya boyanir.

    yazarken yutkunmayi bile çok gören, ekran bozuldu mu ne, neden bu kadar bulanik dedirten bu aci, yarinki anneler gününü minicik bedenini toprağa koyduğu evladinin mezari başinda geçirecek annemin, babamin asla okumasini istemediğim şeyleri yazdirdi bana. hayat sadece acı değil ama. tadıdan yenmeyen şeyler de var. yüreğe ağir gelen bu duygudan siyrilmamin tek sebebi, anneme tapma nedenim, canimi istese düşünmeden vereceğim bir tanecik meleğimdir.

    o meleğin yazdırdıkları içinse (bkz: ablalarin kardeş sevgisi/@nunuca)
  • uzerinden yillar gecsede ki$inin gecmi$i hatırlayarak huzunlenmesini saglayan kaybedilenlerin belkide en acıklısı..hic bir$ey eskisi gibi degildir..insan yerini yadırgar.hep bir taraf eksik kalır..isyan edersin yaradana onu senden aldıgı icin..
    "kapılar acilir ardına kadar/ku$lar ucar hatıralar icinden/cocugum bol bol masal dinle/henuz inanirken.."

    inanmak bir $eyleri çözümler mi? masalların, masal kalacağını bilmek!.. ama öyle masallar vardır ki yaşananlardan daha gerçektir.insanı beklenmedik bir anda vurur yüreğinden.sevilen bir varlığın uçuşu, anıların kapısından...
    bo$tur bo$!bir avuntudur $iirler, yazılar, övgüler, yergiler, anmalar. ''kim aldatmış bu kadar insanı'' diye sorar $air. kim olacak? kendimiz! hep böyle ya$anacak, hep böyle sürüp gidecek sananlar..
    hepimizindir genç ya$ta yaşamdan kopanlar..avunmak mı? ''hatıralar hatıralar, ne istersiniz benden,gelir gelmez sonbahar'' mı demi$ $air?i$te sonbahar..i$te gidenler..i$te ardlarında kalanlar, analar, babalar,abiler..*
    "bir acıyı payla$mak" gerçek dostluğun adıdır demi$ $air..sormak isterim; "siz hic cok sevdiginiz birini kaybettiniz mi.."
    insanoglu nankordur..yitirince anlar sevgisinin buyuklugunu..dunya yıkılır ba$ına..insan kendini avutur boyle durumlarda du$unur;
    en guzel $ey gercek sevginin sonudur,her $ey en guzel yerinde bitmi$se guzeldir,kotusunu gorememi$sindir..kalbinde hep en guzelini ta$ırsın..fakat bilirsin ki aslında $anslı olan sensindir..gıpta ile bakarsın abi-karde$ sokakta eglenenlere..anlarsın ki artık mevsim degi$mi$tir.asık suratlı son bahar gitmi$ yerine gulumseyen yaz mevsimi gelmi$tir..insanlar yuzlerine gulumseyen bir maske takarlar..i$te sen o maskeyi sokak sokak,cadde cadde ararsın $ehr-i istanbulda.aradan 7 yıl gecmesine ragmen halen bulunamaz o maske..her$eyin bittigini kabullenemez asla insan..hala isyanlardadir..

    "her $ey bitti sanıyorsun degilmi..oysa her$ey sen gittikten sonra ba$ladı.."
    son olarak cemal sureya koyar noktayı..
    "her ölüm erken ölümdür / biliyorum tanrim / ama ayrica verdigin $u hayat / fena degildir / ustu kalsin tanrim.."
  • yasandigi yasa gore hic hissedilemeyen bir yasanti bazen.

    ilkokul 2 deyim, ayni zamanda ogretmenim olan annem, bir gun okulda basim donuyo diyerek erkenden ciktik geldik eve, aksama kardesin olacak dediler. hali hazirda onceden ufak ufak bana sormus olduklarindan az cok geleceginden haberim olan kardes isi ciddiye binmisti, "paylasir misin oyuncaklarini onunla?" daki o gelecekti.

    gittigimiz misafirliklerde yavas yavas "alis artik kardese" mealli tavsiyelere maruz kalma, "sevicen mi kardesini?" sorularinin gitgide siklasmasi, hayatinin sekiz senesini tek cocuk ve cogunlukla kendi kendine oynadigi oyunlarla tek olarak geciren bir cocuga oyun arkadasi gelecek olmasi; cocuk benligimi heyecanlandiran bunlardi herhalde..

    sonlara dogru hastahaneye yatan annem yerine kendince asciliga baslayan babamin bu yonuyle ilgili begendigim bi sey yoktu sanirim, yuzen pilavligina veya pilavimsi corbaligina karar veremedigim yiyecekleri yuzunden.

    sabah erkenden calan bir telefonla bir dakikada kendimi arabada, sonra da hastahane koridorlarinda bulmam; ne oldugunu bile tam anlamadan oralarda uyuduktan sonra annemi yatakta gordugum bembeyaz bir odaya girmem -simdi olsa ruya deseler inanirdim herhalde-. annemin bile yanina gitmeden yoneldigim, oraciktaki ufak yatakta yatan, yeni arkadasimin yumuk, koyu renkli, burusuk surati. 8 yasinda olmama, haftalardir cocuklari kucaklayarak kendi capimda antrenman yapmama ragmen kardesimi kucaklamak isteyince annemin kucaklama, zayif o demesi, aile gezmelerinde sikca korkutulmasina maruz kaldigim pabucun dama atilmasini hissetmemdi kotu olanlar. hadi diyince elinden tutup kosup oynayacak bir kardes beklemis cocuk kafasi herhalde.

    komsumuz olan hemsirenin "bu cocuk zor nefes aliyo" demesi ise anlayamadigim bir seydi, cagrilip gelen, sonra giden, sonra daha kalabalik gelen beyaz hemsireler de..

    gunun sonunda babamin arabada sanki guluyodu diyerek aglamasi bile olumu aklima getirmemisti, anlamsizdi.

    bir hafta sonra annem eve yalniz gelip, oturma odasinda ziyaretcilerin yaninda hep yattigi kanepeye yerlesip, "kardesim nerde ?" sorusuna hickirikla cevap alinca, kardesim gelmeyince anladim sanki gercek oldugunu, babamin bir daha aglamamak icin bana beli de soylemedigi gercegi.

    yillar sonra anneme "birak opmeyi, sarilamadim bile, neden?" dedigimde "erken dogmustu cok korkuyordum zaten, neden oyle dedim ki ben" diyip bu sefer onu aglarken gorunce, bir de babamin "mimige besik almayi bile unutmusuz o telastan, kismet degilmis" dediginde erken dogumun ne demek oldugunu ogrendim.

    o zaman babamin isi nedeniyle oturdugumuz sehirde; onceden dusunulmus, benim adimla kafiyeli olan adi yerine, anlayamadigim bir nedenden dolayi cenaze namazini kildiran hocanin verdigi isminin yazdigi bir mezar tasinin altinda kardesim.

    cocukluk kahramanim olan babamin aglamasi degil de, o mezari memleketimizde yaptiracak cesareti bulamamis olmasi bu yasimda hissettiriyor, hala aklima geldigi ender anlarda susmam gerektigini. yasasaydi bu sene oks ye girecekti.
  • her çocuğun kafasındaki o müphem ölüm kavramının yanısıra bir de ölümde öncelikli kişiler listesi vardır. önce ölecekler, sonra ölecekler. cennete gidecekler, gidemeden yolda başına bişiiler gelecekler. yani sanıyorum. benim öyleydi ya genelliyorum. doğruluğunu kanıtlayacak bir veri elimde ne yazık ki yok. sadece tahmin...

    küçük aklımla bu listeyi oluştururken dahi aklımın köşesinden geçmeyen bir isimdi işte murat. hiçbir yakınımı kaybetmemiştim henüz. ölümün o acı devesi içime çöreklenmemişti. kendim ölecek yaşa gelmiştim de dedem, anneanem, seksenlik amcalarım, yetmişlik halalarım, dört dayım, üç teyzem, torun sahibi kuzenlerim, hepsi ama hepsi nefes almaktaydılar, pek niyetleri de yoktu o nefesi tüketmeye. yanlış anlaşılmasın kimsenin aldığı nefeste gözüm de yoktu. diyeceğim o ki bir o kadar acemi ve cahildim "ölüm" denen uzak limana. küçükken yaptığım o sıralama, ben büyüdükçe hiç eksilmeden duruyordu zihnimin kimseye açmadığım köşeciğinde.

    eniştem ölmüştü de kuzenim çok üzülmüştü. sıralamayı eniştem bozmuştu aslında... ama 50 küsür sene bu dünyada fena bir rakam değildi... yeterince yaşamış gibi geliyordu bana. şimdi düşünüyorum da bu hesaba göre 17 yılım kalmış geriye...
    önce ananem sonra dedem, 80 küsür yaşındaki en büyük amcam sonra aralarında iki ya da üç yaş fark ile diğerleri. listenin sonlarına doğru benim annem ve babam. çocuklar arasında ise öncelikle ben. sonra diğer kardeşlerim... ben, yaşça büyüğüm, önce ölmeliyim, diğer iki kardeşim ise bütün hayatlarını ölümle kolkola yaşıyorlar. her an. an be an. bir tek o yok listede. murat. bence mükemmel bir sıralamaydı. rabbim affetsin.

    ölümü bile sıraya koymak, kuyruk oluşturmak kargaşayı önlemenin kendimce en doğru yoluydu öte yandan. sıraya girmek gerekti. otobüse binmek, bankada para yatırmak dahi sırayla değil miydi? önce gelen, ilk gider. öyle öğrenmiştik, öyle de yaşıyorduk. murat yani kardeşim bu listeyi tepetaklak etmekle kalmadı , büyük bir sürprizle listenin ilk sırasına yükseldi. ilk çentiği o yedi. bu, beni muazzam şaşırtmıştı. ölümü dahi tıpkı ucuz bir urba gibi yakıştırmaya kalkan hastalıklı zihnim ve önkabullerime göre ölümün en çok sakil durduğu oydu. ölmese ölmese, o ölmezdi. halbuki alınacak nefes belliydi. uzun ömür kısalmaz, kısa ömür uzamazdı. allahın herkes için biçtiği bir ömür vardı. azrail gelecek ve insanları daldıkları o derin gaflet uykusundan hakikate uyandıracaktı.
    acaba zor olan "ölümün yakışmadığı" insanların aniden ölümü müydü, yoksa acılı bir hastalık döneminden sonra ağır ağır geliyorum diyen ölüm müydü?
    herkes hayatı yaşadıklarıyla tartar. benim terazimde de amansız hastalık ve fiziksel acılarla kavrulduktan sonra ölümün gelmesi en ağır ve dayanılması müşkül olandı. ruhi ve bedeni acılar içinde gencecik bir insanın adım adım tükenişiydi. hele de bu insan hastalığa düçar olmadan önce mitolojik bünye "herkül"ü kıskandıracak ölçüde sağlıklı ve güçlüyse.. hastalığa dair hayatındaki en büyük sıkıntısı nezleden mütevellid bir kaç gün akan burnu ise... ama kanser denilen meret sağlığa sıhhate, gençliğe ihtiyarlığa kulak asmayan bir edepsiz, bir utanmazmış.

    kanser olduğunu ilk öğrendiğimizde yaşadığımız travmayı çabuk atlamıştık. adı kanserdi ama rakibi de murattı. üstelik bu kanser hodgin lenfoma denen ehveni şerdi. bünyesi sağlam genç bir delikanlı bunu yüzde 95 atlatırdı. yüzde beşle işimizse zaten olmazdı.

    yeri geldiğinde hastalığıyla dalga geçerek, yeri geldiğinde hastalığına öfkelenerek, altı aylık kemoterapi süresini atlatmıştık. arada sırada "bu hastalık beni götürecek ve ozaman beni çok özleyeceksiniz, şöyle doya doya seyredin" cümleleriyle karşılaşsak da "hadi len" diyerek gülüp geçmiştik. doğru olduğunu elbette bilemezdik.
    murat kemoterapi gören diğer hastalara benzemiyordu. bütün vücudu öldürerek kanserli hücreleri de yok etmeye çalışan o zehirlerle yaşamaya çalışırken de gayet sağlıklıydı. aynı seansda kemoterapi alan arkadaşları, kemoterapi sonrası, iki yakınlarının kollarında hastaneyi terk ediyorlardı. muratsa asla kimseye kullandırmadığı arabasının şoför mahalline geçer ve "çok açım, acaba nerede, ne yesem?" derdine düşerdi. açlığının sebebi kemoterapiden bir gün evvel yemeyi kesmesiydi. zira aldığı zehirler midesini bulandırdığı için o esnada midesinde ne var ne yok çıkarıyordu. kemoterapi salonu bir kollarında serum, diğer ellerinde plastik torbalarla öğürmelerinin geçmesini bekleyen hastalarla doluydu.

    muratın hastalık seyri de sıradışıydı. kemoterapi esnasında kan değerleri benim şu sağlıklı geçindiğim halimden daha düzgündü. kan tahlilini gören doktorlar maşallahlarla, aferinlerle tedaviye devam ediyorlardı. iyileşeceğine son derece inanmış ve iman etmiş bir halde tedavi süresini doldurmuş, akabinde yapılan tetkiklerle yalnızca boğaz nahiyesinde iki ufak kitle kaldığını öğrenmiştik. bir nebze hayal kırıklığına uğramıştık ama bu iki minik "şey" bizi yıldıramazdı. radyoterapi ile biraz radyasyon yedikten sonra elbette iyileşecekti. canı radyasyon çekmişti zahir.
    bu arada beraber tedavi gördüğü, kemoterapi seanslarına birlikte katıldığı henüz yirmilerinin başında ufacık tefecik, bir albino kadar beyaz tenli selmanın hastalığının tekrarladığını öğrenmesi moralini biraz bozmuştu. selmayı kader arkadaşı gibi görüyordu ve selma için o acılı süreç tam bitti derken yeniden başlıyordu. üstelik sevgilisi de terketmişti. hastane koridorları buna benzer binlerce "mutsuz son"la biten hikayeyle doluydu.
    kemoterapiden bitap düşmüş vücuda yüklenen radyasyon artık yan etkilerini de yavaş yavaş gösteriyordu. saçı dökülmemişti, tüm tüyleri tam tekmil yerli yerinde duruyordu. fakat boyundan aldığı radyoterapi ağzının içini tümden yakmıştı. yemek yemekte zorluk çekiyor, yutkunamıyor, suyu dahi pipetle içiyordu. ama geçecekti, az kalmıştı. ve nihayet geçti dedi doktorlar. uf olmuştu, çok acımıştı ama geçmişti. sevinmiştik, "yırttın lan kefeni" diyerek kendimizce kötü espriler yapmıştık. oysa ki daha yeni başlıyorduk. sadece bundan habersizdik.

    ramazan ayından onbeş gün önce gelmişti güzel haber. herşey eskinin o alışılmış, sıradan güvenilirliğine bürünmüştü. rutinin içinde saklı, bir huzur ve güven vardı. ramazanda oruçlar tutuldu, birlikte iftarlar edildi. fakat herkes sahura ramazan davulunun gümbürdemesi ile kalkarken o bacağında peyda olan ağrının şiddetiyle kalkar olmuştu. öylesine şiddetli bir ağrıydı ki koskoca adamı gecenin bir yarısı acıdan inletiyor, komşular muratın ağrısı yine tuttu herhalde diyerek ertesi gün bu ağrıya kendilerince çareler üretiyorlardı. geçmeyen ağrıların neticesinde ramazan bayramında doktora gidilmeye karar verildi.
    kanseri yenmiş sağlıklı ve yakışıklı bir genç olarak o bayramda tepeden tırnağa yenilenmişti. "zor zamanlar" geçmiş, hastalıktan kalan olgunlukla "geniş zamanlar" başlamıştı. yepyeni libaslar içinde aynaya bakarken "çok yakışıklıyım yine kahretsin" diyordu. benim cevabımsa abla olmanın verdiği ukalalık ve yıllara sirayet eden çekişmenin alışkanlığıyla "bbğöööö" gibi beğenmez bir nidaydı. "nazar etme ne olur, çalış senin de olur " klişesi bu ünlemeye gelen cevap olmuştu. gereksiz bir gülümseme yerleşmişti dudaklarımıza... gereksizmiş...

    bayram ertesinde gittiği ortopedistin ağzından çıkanlar hiç de "hayırlara vesile" cümleler değildi. o insanı bezdiren tahliller, ömür törpüsü sonuç beklemeler yeniden hayatımızın başlıca gündem maddesi olmuştu. "konu"yu değiştirmeye çalışmak da nafileydi. muratın hayat bilgisi konusu değişmemekte ısrar ediyordu.

    adına hematolog denen hisden, ruhdan arınmış, prof. yaftalı "mekanik düzenek", 26 yaşındaki genç delikanlıya yaşama şansın yüzde 10 diyordu. basit bir istatistiki veriyi iletme rahatlığı içinde... sanki, bir insanın hayatından değil, gsmhdan bahsediyordu. kanser birbuçuk ay içinde bütün vücudu sarmış, şaşırtıcı biçimde yayılmıştı. üstelik tedavi için metropolitan florence nightingale hastanesinden başka gidilecek yer de yoktu. masraflı bir tedaviydi. bu masrafı karşılayabilirsek ivedilikle tedaviye başlanması gerektiğini söylüyordu. yoksa kısa sürede acılı bir ölüm kapıda bekliyordu. sosyal sigorta dedikleri, helyum ile şişirilmiş bir balondu. gerek duyduğunuzda gökyüzünde hızla küçüldüğünü görüyordunuz. yıl 2005. aylardan kasımdı.

    prof dr, tedavi için üç seans halinde verilecek olan farklı zehirlerden müteşekkil kemoterapiden sonra, ilik nakli yapılmasına karar vermişti. yaklaşık 36 saat süren ilk seansın akabinde hayattan tamamen izole edilmiş evine döndü. çocuklar anneanneye gönderildi. tecrit odasında kalacak ve kimseyle görüşmeyecekti. eşi sadece ihtiyaçlarını karşılamak, yemeğini önüne koymak için ameliyathane kıyafetleriyle odasına girecekti.
    anneminse gözündeki yaş bir türlü kurumak bilmiyordu. siyah saçları bütünüyle ağarmıştı babamın. ailenin tek dayanağı, biricik oğlu çok zor günler geçiriyordu. babam, sürekli dua ediyor, oğlunun iyileşeceğine inanıyor, inanmak istiyordu. muratsa artık bizim kadar ümitvar değildi. hem iki küçük çocuğu için endişeleniyor, hem babam için üzülüyordu. "babam beni toprağa koyarsa, o da biter" diyordu. dudaklarından dua mırıltıları yükseliyordu.
    oysa ki hepimiz gideceğiz, muratın gittiği yere... ve babam da kalmayacak...

    kemoterapiden üç gün sonra, sadece üç gün sonra muratın hayatının sonuna yaklaştığını bildiren "kırılma noktası" yaşanmıştı. "vakit geldi artık, bu yalan bitecek ama biraz "acıtması" gerekiyor" deniliyordu. radyoterapiden zarar gören boyun damarları son alınan kemoterapiden etkilenerek patlamış ve kanama yapmıştı. bu sebeple beyine giden kan akışı durmuş, uzun süre oksijensiz kalan beyin, büyük ölçüde zarar görmüştü. bilincin kaybolduğu, tutulan elin bırakıldığında boşlukta yığıldığı, gözlerin bakıp da görmediği, bu anlara tanıklık etmek, umutsuzca tepki vermesi için ismini sayıklamak, çok acı vericiydi.
    yoğun bakımda geçen üç günden sonra kendine gelmişti. lakin o ardı ardına, derin esnemelerinden ve boş bakışlarından başka, geriye murattan hiçbirşey kalmamıştı. konuşamıyor, konuşulanları anlamıyordu. sağ tarafı bütünüyle felç olmuştu. ne kolunu ne bacağını oynatabiliyor, ancak sol tarafının yardımıyla yatakta doğrulabiliyordu.
    kanseri unutmuş, felç ve afazi için ne yapabileceğimizi düşünür olmuştuk. fizyoterapistlerle konuşuyor, ardı ardına beyin filmleri çektiriyor, doktorlardan güzel bir haber almaya çalışıyorduk. işin tuhafı alıyorduk da...
    kanser tedavisine devam edemeyeceğimizi ise sonradan öğrendik. tedaviye devam, artık imkansızmış. kanser vücutta istediği gibi at oynatabilirmiş. yapılacak birşey yokmuş. damarlardan ilaçlar vücuda salındığı anda murat masada kalırmış.
    masada kalmak...

    bizim hep umudumuz vardı, dualarımız onunlaydı. üstelik inanıyorduk, ölüm bir son değil, bidayetti.

    ve kardeşim geçirdiği kanamadan sonra hayatının son 7 ayının 4 ayında hastanedeydi. hastanedeydik.
    kanserin yayılmasıyla bozulan organların vücutta çıkardığı arazları hafifletmek için hastanedeydik.
    evde ne yapacağımızı bilemediğimiz için hastanedeydik.
    gözümüzün önünde acı çekmesine dayanamadığımız için hastanedeydik.
    bir küçük umut için hastanedeydik.
    nafile çabaladık.

    adı kanser olan ve hep başkalarının başına gelip onları öldüren bu hastalığın bir insana neler yapabileceğine bizzat şahit olmuştum. eskiden insanlar kanser olur ve ölürdü, benim için arada yaşananlar yoktu. bilmemenin getirdiği bir rahatlıktı bu. oysa insanlar kanser olurmuş ve ölüm gelene kadar her türlü acıyla kavrulurmuş.
    sağlıklı bir insanın her gün farkında olmaksızın aldığı nefese, boğazına takılmadan içtiği suya, yediği bir lokma ekmeğe sıhhat elden gittiğinde meğer ne büyük zorluk ve çabayla sahip olunuyormuş. insan sağlığını kaybettiğinde issey miyake (muratın parfümü) yerine çürümüş et kokuyormuş. pırıl pırıl ten, sarıya çalan kirli bir yeşile dönebiliyormuş. günlerce susuz, günlerce aç kalabiliyormuş. vücuduna giren her sıvı ile karnı durmaksızın şişebiliyormuş. sekiz ünite trombosit ancak iki gün yetiyormuş. vücutta handiyse çuvaldızla açılan on delikten sadece birinden kan alınabiliyormuş. serum takabilmek için defalarca "cerrahi müdahale" gerekiyormuş. hasta olmak, dert çekmek çok zormuş.

    gittiğimiz hastanelerde diğer refakatçiler, hep muratla kıyasladıkları kendi hastaları için şükrediyorlardı. koridorlarda birbirlerine 27 yaşında, iki çocuk babası, kanser hastası konuşamayan, yürüyemeyen muratın hikayesini anlatıyorlardı. ne oldum dememeli, ne olacağım demeli diyorlardı. heybelerinde uzun zaman yetecek ibret biriktiriyorlardı.

    ve nihayet murat gitti...
    giderken yanında götürmediği leşlerle bizleri başbaşa bırakarak...
    gitti... geride muazzam bir özlem bırakarak...
  • bir cuma akşamıdır, onun dünya pisliğini terkedişi. tanrı, yerkabuğunu şöyle bir sallamış ve insanların kurmuş olduğu binalar yerle yeksan olmuş, binlerce insan hayatı soğuk taşların arasında yok olup gitmiştir..benim kardeşim de o yok olup giden hayatlardan biridir..hayata gözlerini yumduğunda henüz on yaşındadır..on küçücük yılı vardır sadece hayattan aldığı..bir kız çocuğunun ip atlaması, seksek oynaması için yeter bir süredir sahi..

    tanrı sallar dünyayı ve binalar yıkılır..deprem der insanlar buna..küçük kız çocukları sert kolonların ardında kalır..büyük inşaat şirketleri bunu düşünecek değildirler ya..
    on yaşındadır ve günah denilen kavramdan habersizdir bu ufaklık..gün boyu oyun oynayanın günahı ne olabilir ki zaten..
    günler sonra taşların arasından çıkar o küçük kız..bedeni ezilmiş, vücudundan yayılan koku herkesi uzaklaştırmaktadır..oysa o degil midir, düne kadar gizli gizli parfüm sürmeye çalışan, misler gibi kokan..şimdi insanlar kokusundan kaçmaktadır..bir asker geliverir, kompresörlerle binaların arasından çıkarılır kardeşim..tonlarca ağırlık kaldırılır, ardından 45kg'lık bir beden çıkarılır..
    "durumu nasıl" diye sorarım askere, "çok ezilmiş mi vücudu", "ne sen sor, ne ben söyleyeyim" der asker..ceset torbaları bildiğimiz migros poşetlerinden daha çoktur o zamanlar..sarıdır bunların rengi de..küçücük bedenler onlara sarılır, camilere götürülür.
    bizim içinde istisnai bir durum yoktur..torbanın içerisinde küçük bir beden götürürüz camiye..
    yaklaştıkça kokular yükselmeye başlar..camiye varınca gördüğümüz manzara korkunçtur..cami avlusunun her yeri ama her yeri cesettir..boş yer yoktur..kendimi toplama kampında gibi hissederim..adımlarımızla ölülerin aralarından geçeriz..güneş, ensemizi yakmaktadır..herkes ölüsü için bir gölge arayışına girer, gölgeler için kavgalar edilir..herkes gergindir..ölü yıkama kuyruğuna gireriz.gasilhane önünde "önce benimki yıkanıcak" kavgaları edenler olur.herkes, kendisini acındırarak ön sırayı kapma derdindedir.sıra bize gelir.küçük bir bedeni temizlettiririz o leş gibi yerde.işimiz bittikten sonra kamyonetin arkasına kardeşimi koyup mezarlık arayışına koyuluruz.ortalık mahşer yeri gibidir.her yerde ölü vardır.insan bir zaman sonra alışıyor artık görmeye..
    yalova'da bir mezarlık bulunur ve defin işlemleri için kapısına yanaşılır..her yerde olduğu gibi burada da mahşeri bir kalabalık vardır.mezarcıyla uzun boylu konuşulur."acımızın ve kaybımızın çok büyük olduğu" uygun bir üslupla anlatılır.ama cahile laf anlatmak o yıkılan binaların kolonlarına laf anlatmaktan daha zordur..mezarcı,belediyeden izin kagıdı ve 20milyon ister.verilmediği takdirde ölünün sahibi gittikten sonra ceseti mezardan çıkaracağını söyler.20 milyon mesele degildir de,belediyeden izin kısmı işi yokuşa sürmekten başka bir şey değildir.zaten sinirler de iyice harap olduğundan kavga geliyorum der..
    mezarlıkta, dozerler çalışmaktadır..onlar bir mezarı açar, insanlar 10 dakika içerisinde ölüsünü bırakır.toprakla üstü kapatılır..işlemler seri bir şekilde devam eder.durmak yoktur..küçücük beden, küçücük bir çukura bırakılır şuursuzca.
    tuhaftır, daha 2-3 gün öncesine kadar kumdan kale yaptığımız, bisiklet sürdüğümüz, saklambaç oynadığımız on yaşındaki küçük kız bir kefenin içerisinde toprağa bırakılır..herkes şoktadır..genç yaşta yaşamdan kopan birinin şokunu taşımaktadır herkes..dua falan okunmaz..dua okuyacak kimse yoktur çünkü..

    eğer yaşamış olsaydı, eminimki dünyalar güzeli 18 yaşında bir genç kız olucaktı..çünkü yaşanmamış yılları vardı onun..bir insanın hayatına on yıl girdikten sonra ansızın çekip giderseniz, ardınızda silinmeyecek anılarıda bırakırsınız..kendisi bedenen yok olsa dahi, anıları peşinizi bırakmaz..keşke diyorum..
    keşke,
    o soğuk taşların arasında kalan, ve o küçücük çukura giren ben olsaydım..

    dün akşam mezarlığa,
    küçük bir kız çocuğu getirdiler..
    kovası,küreği deniz kenarında kalmıştı.
    cemaat dağıldıktan sonra ölüler yerlerinden doğruldular.
    aralarında konuşmaya başladılar,
    seslerin yükseldiği bir anda,aralarından biri
    "susun" dedi..
    çocuk uyanmasın..
  • 10 yıl öncesine dönsek dedi bir arkadaşım az önce, gittiğinden beri 10 yıl geçecek çok yakında. bu kadar zaman ne ara geçti? zaman bu acıyı hafifletmeyecek miydi yahu? ya birisi beni kandırdı, ya da ben kendimi kandırıp durdum. 19 olacaktı demek ki şimdi.

    pazar sabahı çok erken telefon çalınca açmadım. yine babam arıyordur, kahvaltı hazırlamıştır diye. ikincide açtım “çabuk gel” denildi sadece, korktum ama gülümseyerek ev arkadaşımı da alıp bindim taksiye. nerden bileyim babamın sadece o kadar konuşabildiğini… evin önünde bir ambulans, biraz huylandım. sonra son görüşmemizi yaptık, ben onu öptüm, o bana bakamadı bile, kapalıydı gözleri.

    artık başka şeyler için ağlayamıyorum. başka bir şey için ağlayınca ona haksızlık olur gibi geliyor. ondan daha değerli bir kaybım olmadı, olamaz.

    rüyamda hep yaşıyormuş gibi görüyorum, sürekli aynı rüya, yıllardır, fazla rahatsız edici. geri gelmiş ama öldüğünü herkes biliyor ve ona söylendiği, belli edildiği anda geri gidecek. ben nasıl ağlayıp ona sarılmam ki o anda. her seferinde geri gidiyor ve uyanıyorum.

    son görüşmemizde kuzenimizin cafe’sini açmak için çalışıyorduk, oraya gelmiş kucağıma oturup konuşmadan 1 saat durmuş sarılmıştı, sonunda zorla göndermiştim. her hareketimi artık uzun uzun düşünmemin sebebi budur herhalde. 1 tek saat daha isterdim tek istek hakkım olsa. intihar edenleri anlamam, ama çok bunaldığımda bunu düşünebilmemin tek sebebi onun o tarafta olması.

    çok özledim…
  • başlığın sonuna kaar okunamamasıdır. hayatta olsada baslıga yazılanlar yuzunden gogsunun ortasına bir yumruk yemektir. oysa yuzunu gormeyeli sadece 3 ay olmustur. ayrılmadan once hep kavga ederdik oysa. gitsende kurtulsam diyişi kulağındadır ve aklındadır giderken sarılısı, aklındadır ilk telefonda "abi be hiç bi şey içimden gelmiyor" demesi.

    az kalmıstır vatani hizmet bitmektedir ve gariptir ki belki anadan babadan fazla ozlenmiştir...
  • ölümünün ardından kaç ay geçti bilemiyorum açıkçası. tahminim 1 yıl geçti ve/ya geçmedi. o daha 12'sindeydi bense 25'imde askerdeydim.

    haberciliğini yaptığım komutan'ın odasında birikmiş işlerimi tamamladıktan sonra oda kapısını kilitleyip yukarıda bulunan tv odasına çıktım, gün boyunca içimdeki yer eden sıkıntıyı atmak istercesine boktan olan ve beni neredeyse hiç mi hiç ilgilendirmeyen magazin programlarını izlemeye başladım, daha sonra sıkılıp koğuşa kitap okumaya gittim. komutan odasında yer alan ve ailem ile haberleşmemi sağlayan telefon çalmaya başladı, içimdeki sıkıntı yüzünden aşağıya inmeye cesaret edemedim, telefon kendi başına çaldı. telefon, her 10 dakikada bir çalıp sıkıntımı arttırmaya başladı, asker arkadaşlarımın uyarısı ile aşağıya indim, telefon hala daha çalmaktaydı, komutan odasına yöneldim, kapıyı anahtar ile açtım, telefon sustu, komutan'ın koltuğuna oturup biraz sonra gelecek olan telefonu beklemeye başladım, sigara yaktım, telefon çaldı, telefonu hemen açmadım, telefonun 3. veya 4. çalışından sonra telefonu açtım, eniştem telefondaydı, hatrımı sordu, iyiyim dedim, sana bir haber vereceğim ama metin olacaksın dedi, tamam dedim, uzun bir nefes aldım, "yalın"ı kaybettik dedi, telefonu ani bir hareketle kapattım, tuttuğum nefesi verdim. "sana bir haber vereceğim ama metin olacaksın" dediği an yemin ediyorumki o an hayatımda varolan tüm herkesi toprağın içine gömdüm fakat bir tek yalın'ı -kardeşimi- o toprağa gömmedim ve aklımın ucundan geçmeyen tek kişi toprağın altına girmişti.

    ölüm haberini aldığım an bir cüzzamlı gibi döküldü etlerim yere yavaş yavaş. yüreğimi, ruhumu değil de çocukluğumun, çocuk tarafımın hepsini kaybettim o an, yalınla beraber gömdüm çocukluğumu toprağın içine.

    ada'da askerlik yapıyordum, hemen yola çıkmam gibi bir şansım yoktu, delirme ile normal kalma arasında çokça gidip geldim. benden bir şey alınmışsa, benden bir şey koparılmışsa, mutlaka beni burada tutanlardan da bir şey gitmeliydi, bir şey koparılmalıydı, adalet kavramı buydu. sonra anladım ki benim buraya gelişim adil değildi, adalet istemem beyhude bir çabaydı, çünkü adalet hiçbir yerde yoktu. kısas'a kısas bir adalet sistemini istemem bana o an için mantıklı gelmiş olsada geçen saatler mantıksız bir düşünce içinde olduğumu bana gösterdi.

    karşıdan karşıya geçerken araba'nın, siktiğim arabası'nın çarpması sonucu vefat etmişti yalın. oysaki hep dikkat ederdi karşıdan karşıya geçerken, arabalardan ürkerdi. nasıl oluyorda kortuğu şey onun sonu oldu anlayamıyorum?

    yalın'la en son konuştuğumuzda bana; "gel artık, çok özledim" demişti, o gün onun yanında olamadığım için, onu inönü stadına beşiktaşımızın maçına götüremediğim, bir maç izlettiremediğim için üzgünüm.

    sen yoksun ya şimdi bu boktan yerde, ben -senin deyiminle- bu dünyaya çok gıcık oluyorum be yalın. aklıma geldikçe çıldırma noktasına geliyorum be yalın. gülüşün aklıma geldikçe gülmekte zorluk çekiyorum. sikeyim, ne gereği vardı?
  • 13 yıl onsuz geçmiş...
    mezarına gidemeyecek kadar derindir acım,
    sanki hiç durmayacaklar diye saklıdır gözyaşım...

    belki üzülür, belki yolumu bekliyordur diye bu yıldönümünde ziyaretine gittim kardeşimin. şehrin epey dışında bir yerde mezarlık. sadece tek bir otobüs hattı var önünden geçen ve günde birkaç kere. durakta beklerken iniyor acı yüregime, göğüs kafesim dar geliyor, nefesim yetmiyor bedenime...
    otobüs geliyor, biniyorum... sanki hüzünlü bir öykünün kahramanı gibiyim, uzaktan bakıyorum kendime. bükük boynumu, yaşlı gözlerimi görebiliyorum. geçiyorum bir bir durakları, mezarlığa az kaldı...
    inmek için ayağa kalkıyorum, basıyorum düğmeye. yüreğimin hala ilk günmüş gibi çırpınmasını, sessiz çığlıklarını duyabiliyorum. indiğim durak mezarlğa uzakta kalıyor, yürüyorum...
    adımlarım ürkek, heyecanlı... mezarlık yolundayım, sonra içinde... ne kadar kalabalık burası... mezar taşlarını korkuyla okuyorum. o tanıdık isim gelince ne yapacağımı bilememekten korkuyorum.
    yürüyorum taşların arasında... ve görüyorum, işte orada uyuyor canımın bir parçası. yaklaşıyorum...
    bildiğim dualar vardı, okuyamıyorum, zihnim bulanıyor, saçmalıyorum. sensiz geçen yıllarda mutluluklar, acılar, anılar var; anlatamıyorum... bir sevdiğim var; söyleyemiyorum...
    susuyorum... gözlerimi kapatıyorum. gözyaşlarıma aldırma, durduramıyorum... hayalimde melek yüzün ve güzel günler, onlarla avunuyorum.
    sanki mezarlık evimizden daha soğuk... yanından ayrılmak zor, yüreğimi bırakıyorum...
  • bahsetmekten korktuğum, annemler ağlayarak hatırladığında sanki bir yabancıdan bahsediyorlarmış gibi düşündüğüm bir kardeşim var benim. hep kaçtım onun varlığından, hiç görmemiştim ama hayallerimde bir bebek vardı yaşaması için çok dua ettiğim. yaşadığı kısacık zaman dilimi boyunca hastanede olan bana hiç göstermedikleri kardeşim. annemin anlattığına göre masmavi gözleri varmış annem yeşil olurdu onlar senin göz renginde öyleydi diye anlatır hep, simsiyah saçları ve bembeyaz teni. ben hayallerimde büyütmek istemiyorum o bebeği, birine anlatırsam o bebek büyür. hep hayal ettiğim gibi kalsın istiyorum. yıllar geçmiş aradan ben o bebek hakkında çok az konuşmuşumdur. şimdi düşününce garip geliyor. annem yokluğunu aradan yıllar geçtikten sonra başka bir bebek ile doldurmaya çalıştı. ikisininde yeri çok ayrı oysa.
hesabın var mı? giriş yap