• sonradan meydana gelen
  • (bkz: hudus delili)
  • (bkz: madum)
  • islami terminolojide "sonradan yaratılmışlığı" ifade eder ve allah'ın varlığına kanıt olarak kullanılır. kısaca söykersek; eğer insan, evren, doğa vb. varlarsa, allah onları yarattığı için varlardır. bu haliyle bunların sonradanlıkları allah'ın varlığının kanıtıdır.
    yaratılanın, yaradanı gerektirdiği bu düşüncenin skolastik ve de totolojik olduğu açık. niye yaratılmışlığı önvarsıyorsun ki? hayatın nasıl oluştuğuna dair bir sürü görüş var. kimi abiyogenez diyor kimi biyogenez. panspermia diyen de var ototrof ya da heterotrofdiyen de var. senin mitolojik yaratılış görüşüne ne itibar etcem ben. muhdes varsa mudis de varmışmış. totolojini al ve uzaklaş burdan.
  • tdv ansiklopedisi said nursi entrisinde, said nursinin hudüs delilini değil, varlıktaki delilerin yaratıcıya işaret ettiğini kaydetmiş. yani varlık sadece olduğu için yaratanını işaret etmiyor, varlıklardaki özellikler yaratana işaret ediyor mu demek istemişler!
  • yeni bilimsel bulgularla evrenin yoktan yaratılmadığı ortaya çıktı. yani bunu dininizi savunmak için kullanırsanız komik duruma düşersiniz.

    (bkz: kozmolojik argüman/#156602288)
  • abdülhâkim arvâsî hazretlerinin çok sevdiğim bir sözü vardır, "bilen birisinin, anlamayan birisine, anlaması lazım gelen şeyleri anlatmaya çalışması kadar müşkil bir şey yoktur." der merhum. yukarıda yazan tipleri gördükten sonra insan velî ve evliyaların ne tür adamlarla uğraşa uğraşa erebildiğini anlıyor işte.

    en sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim, hudus/imkân delili ile ontolojik delili iptal edebilen hiçbir argüman yoktur. sıfırdır. açık ve net. çünkü allah'ın varlığı ve mevcudiyeti, yapılacak bir muhakeme neticesinde bizim aklımız için zorunlu bir sonuçtur. bu yüzden allahü teâla için kelam metinlerinde "vacib", yani "zorunlu" denilir. bu varlık düşünülmeden hiçbir fikir teatisi, ilim filan yapılamaz. aksini söyleyen herkes de saçmalıyor. aha yukarıda saçmalamışlar zaten. saçmalamak da malum, doğru kurulmuş bir fikri iptal edemez.

    birisi çıkmış bu fikre skolastik ve çelişkili demiş. neden? çünkü bir şey varsa, allah onları yarattığı için vardır, diyormuş. bu şeylerin yaratıldığı ne malummuş? belki abiyogenez varmış, belki de panspermia. bunu birisi benim suratıma söylese patlayarak gülerdim anasını satayım jashdhja. adamın verdiği misallere, kurduğu argümana bak. panspermia varsa, yani canlılık uzaydan geliyorsa (sanki allah'ın yaratımı sadece "canlılığın yaratımını" kapsıyormuş gibi) o zaman bir şeyi allah "yaratmıyor" oluyor. o, başka bir gezegenden filan "gelivermiş" işte. e, o canlılık nasıl oluşmuş? o da işte abiyogenez... birtakım biyolojik ve kimyasal şartlar altında canlılık oluşabiliyor diye farz ediliyor ilimde. e, o canlılığa elverişli fizikî ve biyolojik şartlar nereden geldi? kütleçekim kanunu, entropi, temel fizik kuralları... o kuralları kim veya ne koydu? onlar hep vardı... allah allah, bak sen. islâmiyet'te de "hep olan" şey, yani varlığını "zorunlu" olarak kabul ettiğimiz şey, nereden çıktığı meçhul birtakım temel fizikî etkileşimler değil, adına allahü teâla dediğimiz yüksek varlıktır işte. bunların kafası da ancak bu kadar çalışıyor.

    yukarıda görüldüğü üzere, "hudus" delili, "bir şey varsa, allah onları yarattığı için vardır" diye bir şey söylemez. bilakis, insan aklının teselsüle veya devre düşüp de sonsuz bir silsile hâlinde asla nihayete ermeyen birtakım sebepler zincirine bağlanmaması için kurulmuş zorunlu ve yüksek bir fikirdir. hadiseler ve sebepler zincirinde sonsuza kadar geriye gidilemeyeceğine göre, sebebi olmayan bir ilk neden olarak, zorunlu bir şekilde varlığını kabul ettiğimiz şeye biz "tanrı" deriz. ilim dediğimiz şey, hadiseler arasındaki ilişkileri ve illiyet bağını teşhis ve tefsir etmek olduğuna göre, yani sebep sonuç zincirini keşifle ilgilendiğine göre, bu sebep sonuç ilişkisinin görünür âlemde tükendiği bir noktada bize nihâî bir sebep gerekir ki, o vakte kadar açıkladığımız tüm sebepler zinciri çöpe gitmesin. çünkü en nihayetinde bir sebebe bağlanmazsa, tüm sebep zinciri aslen sebepsiz olacağından ifsâd olur. o saatten sonra da artık ilim yapılamaz. neden? çünkü suyun 100 derecede kaynamasının nihâî, son bir sebebi olmazsa, o zaman suyun 100 derecede kaynamasına biz bir tabiat kuralıdır diyemeyiz. zira o tabiat kuralının bir sebebi yoksa, kendi kendine var olmuşsa, kendi kendine var olmayı da bırakabilir. çünkü var olmasının zaten hâlihazırda bir nedeni ve mesnedi yoksa, yarın varlığını sürdürmesinin de mesnedi ve nedeni yok, demektir. o zaman bir gün kalkıp da suyun 87 derecede kaynayabileceğine itikad etmek zorunda kalırız. buna itikad edip tabiat kurallarını reddettiğiniz zaman ise dünyada ilim ve sanat yapılamaz olur. bir tabiat kuralına "bu kendi kendine var olabilir; nihâî, sebepsiz sebep" de denilemez. çünkü fizik âleminden neşet etmiştir. böyle bir şeye sebepsiz sebep demek, onu ilahîleştirmek demek olur. sebepsiz, yani zorunlu olan varlığa aynı zamanda değişmez, ölmez, varlığı sona ermez şeklindeki sıfatlar atfetmek de gerekir. lakin bazı temel fizik kurallarının çalışmadığı sun'î ortamlar üretmek ya da ters çalıştığına şahit olmak mümkündür. örneğin teorik fizikte, karadelikler içerisinde zaman ve mekân, hatta sebep ve sonuç yer değiştirir. böyle bir şey realitede mümkün olmasa da karadelik içine düşen birisi, çıkmak için ışık hızına çıksa, aslında karadeliğin merkezine daha çabuk ulaşır. çünkü karadelikten ışık dahi kaçamaz. ışık ise evrendeki bilinen en yüksek sürattir, aşılamaz. demek ki ışık hızı, aynı zamanda nedenselliğin de hızıdır. yani karadelikte, nedensellik ilkesi çalışmaz.

    demek ki, fiziksel âlemin en temel kuralları dahi, yine temel fiziksel yapılardan birinin içerisinde işlemez hâle gelebiliyor, en azından değişiyor. "sebepsiz sebep, zorunlu varlık" ise hep var olduğundan asla bir değişime uğramaz. dolayısıyla bir fizik kuralına ya da âlemin kendisine yahut temel prensiplerine ilahî vasıflar yüklenip "bu hep vardı, bunun sebebi olmasına gerek yoktur" denilemez. velev ki denilebilir olsun, bunu ancak bir ahmak söyler. logaritmaya ve denklemlere tapan ahmaktır zira.

    beriki de gelip "yeni bilimsel bulgularla evrenin yoktan yaratılmadığı ortaya çıktı, yani bu argüman artık komik" yazmış. inanılmaz bir cehalet. bu argümanın sadece gözlenebilir evrenle değil bizzat ontoloji, yani varlık sorunu ile alâkası olduğundan, ortaya atılan fizik teorileri ile de zannettiğiniz kadar çok bir ilgisi yok ilk başta. ortada big bang diye bir teori yokken bile bu argüman mevcuttu. mesele burada insanın aklen muhal olan teselsüle ve devre düşüp düşmeyeceğidir, evrenin nasıl başladığı değildir. çünkü bu bir mantık ve aklî muhakeme meselesidir, fizik meselesi değildir; dolayısıyla ortaya atılan spekülatif ve doğrulanamayacak fizik teorileri ile değil, yine doğru kurulmuş muhakemeler iptal edilebilir sadece.

    ikincisi, bunun "evrenin yoktan yaratılmadığı ortaya çıktı" dediği şey, big bang teorisi. işin komik tarafı, big bang teorisi zaten "yoktan bir şey yaratıldığı"nı söylemiyor. big bang teorisine göre evren, fiziksel bir "hiçlik"ten başlamıştır, aklî ve felsefî anlamdaki "hiçlik"ten değil. big bang'e göre o sırada yine varolan birtakım fizik kuralları çerçevesinde işleyen bir "kuantum boşluk" durumu vardır. vakum etkisi, şu bu filan derken bu boşluğu, yani fiziksel hiçliği oluşturan her türlü partikül son derece küçük bir noktaya doluşarak bir "singularity" (tekillik) oluşturmuş, sonrasında da kararsız bir hâle gelip dışarıya bildiğimiz anlamda evreni oluşturan maddeyi ve antimaddeyi, karanlık maddeyi, şunu bunu püskürtmüş ve böylece diğer temel fizikî etkileşimler doğmuştur.

    görüldüğü gibi, big bang teorisi zaten "hiçlik" derken, aslında hiçlikten bahsetmiyor. bu cahil sürüsü de bilim insanlarının, fiziksel olarak imkânsız olan bir tekillik durumundan (çünkü tekillik, eldeki denklemlerin matematiksel olarak tanımsız olduğu sonuçları niteler. meselâ karadeliklerin merkezinde de bu tekillik durumu vardır. tekillikte, ağırlık sonsuza gider. uzay ve zamanı sonuna kadar büker. fakat sonsuz bir ağırlık diye bir şey, fiziksel olarak olamaz.) kurtulmak için ortaya attığı şişme teorisi ya da o sırada başka yerde çöken bir evrenin bu tarafı şişirip buradan evreni oluşturan maddeyi püskürtmesi gibi ortaya attıkları yeni teorileri, "aha big bang'den önce bir şey varmış meğer" diye söylenmiş zannedip seviniyor. görüldüğü gibi ilgisi bile yok.

    hudus fikri, zaten bu veya gözlenebilir evrenin yaratıldığı an ile filan ilgilenmiyor ki. sen big bang'den evvel şu fizik kuralı vardır ya da çöken bu evren vardır dediğin zaman, hudus fikri sana diyecek ki, ondan evvel ne vardı? o hep vardı dediğin yerde de fiziksel âleme içkin bir şey kendi kendine var olamaz, evrenin, varlığı olan her şeyin bir başlangıcı, bir de sonunun olduğu aşikârdır, bunlar bu sebepten ilahî olarak tavsif edilemez; biz bundan da evvel bir tanrı vardır, her zaman faaldir, iradesi vardır, kendi kendine var olan zorunlu bir şey varsa, o da senin dandik fizik kuralın değil, aha budur diyecek. bunda bu kadar anlayamayacak ne var? işte yine abdülhâkîm arvâsî hazretlerinin sözüne geldik...

    tabii bu fikre dair de islâm dünyası içinde pek çok münakaşa yaşanmıştır işin detayında, ben esasında bunları anlatmak istiyordum da malum eşhas yüzünden yine esas konuya giremedik. misal, muhakkîk filozoflar daha çok imkân delilini savunduklarından hudus delilini makul bulmamışlardır. zira ibn sinâ, farâbi ve hatta çoğu mutasavvıf, evrenin ezelî olduğunu iddia etmişlerdir. bununla da kalmamış, venüs gibi gök cisimlerine ve feleklerine de kadîm, yani ezelî demişlerdir. yani bunlar, aslında allah'la birlikte zamansal olarak vardılar, allah'ın bunlara üstünlüğü ve önceliği, sadece ontolojik, türsel ve zatî olaraktır, demişlerdir. neden?

    çünkü filozoflara göre mümkün varlığın, zorunlu varlığa, yani mef'ulün faile olan ihtiyacı, hudusta değildir. imkândadır. yani filozoflara göre bir şeyin var olma ile var olmama potansiyeli eşittir. buna kelamcılar da katılır. çünkü bunların var olması ya da olmaması, aslında hiçbir şeyi değiştirmez. varlık sahası neredeyse büsbütün böyledir. insan var olmasa ne olurdu? dağlar durmaya, akarsular akmaya, havadan bir taş yere inmeye devam ederdi. demek ki, insan olmasa da olurmuş. peki neden olmuş? filozoflar der ki, bir müreccih geldi ve var olma potansiyelini, var olmama hâline üstün kıldı, tercihini o yönde kullandı. böylece varlık vücuda geldi. bu görüşe göre varlık kendi kendisine oluşamaz, zira o zaman tercih bila müreccih, yani tercih eden olmaksızın ortaya çıkan tercih durumu oluşur, bu ise batıldır.

    bu görüşe göre varlığın, yaradana olan ihtiyacı, onun bizzat yaratımında değil, onun yaratılma potansiyelindedir. demek ki bir şeyin yaratılması için, onun bir yaratılma imkânı olmalıdır. yoksa ebediyyen meydana ve vücuda gelemezdi. fakat madem ki varlık vücuda gelmiştir, böyle bir imkânın olduğunu görüyoruz. filozoflara göre işte bu imkân, ezelî olmalıdır. çünkü bu imkân sonradan olursa, bu rabbin rububiyetini zedeler. allah neden bir şeyi kendisinin var oluşunun hazır bulunması ile birlikte zamansal olarak hemen yaratmıyor da "sonradan" yaratıyor? neden bir şeyi hemen irade etmiyor? oturup düşünüyor mu? ya da bir vakit başına bir iş mi geliyor da, sonradan yaratmaya karar veriyor? allah'ın yaratıcılık sıfatları o vakit edinilmemiş mi, yoksa tahakkuk mu etmiyor? etmiyorsa neden ve niçin? ya da allah haşa faraza yok olsa, varlık âlemi kelamcılara göre var olmaya devam eder. çünkü hudustan sonra, kelamcıların kurduğu mantık silsilesine göre mef'ulün faile olan ihtiyacı sona erer. filozoflar ise ihtiyacı imkânda gördükleri için varlık âleminin hemen sona ereceğini öne sürmüşlerdir. muhakkîk filozoflar bu suâllerden kurtulmak için allah'la birlikte bu evrenin de ezeliyetini savunmuşlardır. gök cisimleri, felekler, evren... bunlar zamansal olarak allah'la birlikte vardılar. fakat bunların mucidi ontolojik, zatî olarak yine allah'tır. meteor filan allahvari şeyler bunlara göre yani...

    kelamcılar ise mümkünün, zorunlu varlığa ihtiyacını hudusta görür. zira onlara göre filozofların "zamansal birliktelik" görüşü saçmadır. zira hudustan evvel zaman diye bir şey yoktur. zaman, itibarî bir şeydir. filozoflar ise fizikal bir varlık olan zamanı da ezelî kabul ederler. görüldüğü gibi mümkün varlığın zorunluya ihtiyacını imkânda görmek, evren ve fizikal varlıkları allah gibi bir tür "kadîm" haline götürme sonucunu doğurur. kelamcılar da bundan kaçınmak istemişlerdir. bu görüşe en kıymetli ve sert tenkitleri yapan imam gazzâlî'nin "tehafüt"üdür. allah'ın irade sahibi bir varlık olup bir şeyleri mecburen yapan bir "şey" olmadığını söyleyen kelamcılar, allah'ın evreni "sonradan" yaratmasının zamansal olarak bir karşılığı olmadığını söylemekle birlikte, allah'ın varlık sahasını vücuda getirirken dışsal bir sebebe maruz kalmadığını, zaten o sırada kendinden başka bir şeyin var bulunmadığını, bir şeyi irade etmesinin kendi içinden gerçekleşmesi sebebiyle filozofların endişelerinin yersiz olduğunu iddia ederler. zira yaratılacak her şey, yaratılmalarından evvel, zatî olarak o sırada var bulunmasalar da, zaten allah'ın ilminde başka bir mertebede mevcut ve var idiler.

    peki işin doğrusu nedir? esasen bu işin bir doğrusu yoktur. çünkü bunlar spekülasyondur. bizden üstün bir varlık bir şeyi nasıl irade eder, nasıl yapar... insan bunları bilemez. sadece speküle eder. spekülasyonların da hakikatte bir karşılıkları yoktur. bir farenin, insanlar hakkında fikir yürütmesi gibi bir şeydir. fare nasıl seni beni anlayamazsa, ben de allahü teâla'nın iş yapışına ve yaratımına ilişkin bazı meseleleri benim idrakimin fevkinde olduğundan anlayıp bilemem. çünkü bir şeyi bilmek demek, o şey hakkındaki bilgimin o şeyi ihata etmesi demektir. allah bizden büyük ve yüksek bir varlık olduğundan, ancak o'nun bildirdiği kadarını bilebiliriz.

    fakat muhtemelen tercihe şayan görüş, meşhur osmanlı şeyhülislâmlarından kemalpaşazâde'nin belirttiği, muhakkîk filozoflara meyyal görüşüdür. mef'ulün faile olan ihtiyacı, hudus şartıyla imkândadır. yani evet, filozoflar haklıdır; bu evrenin var olmasından evvel de yaratılma potansiyeli vardır, bu imkân hep mevcuttu. fakat hakikatte böyle olmamıştır; evren gerek zatî gerekse de zamansal olarak ezelî değildir. çünkü "imkânın ezelîliği, ezelînin imkânını gerektirmez." yani bu evren, ezelde de yaratılabilirdi demek, bu evrenin ve gök cisimlerinin gerçekten ezelî olduklarını söylemek anlamına gelmez. filozoflar burada doğru düşünseler de allah'ın evreni zorunlu olarak bu şekilde yarattığını söyleyerek, aslında allah'ın rububiyetini kendileri zedelemişlerdir. tanrı, sırf bir illet, "ilk neden" değil; hür bir faildir. dilerse yapar, dilemezse yapmaz. dileme ve dilememesi, kendisine içkin ihtiyarından ileri gelir. allah'ın pasif durumda kalıp bir şey yaratmaması ya da aktif ve faal olup yaratması nedeni, yine bizzat kendisidir.

    buna karşın ibn kemal, gazzâlî gibi bunları küfür görmez. hatta ibn sinâ'ya "şeyh" der. onun fatiha tefsirine de bir haşiye yazmıştır.

    ibn rüşd de, kelamcılarla filozofların temelde aynı şeyi söylediklerini fakat antik yunan felsefesindeki terminolojiyi kullanan filozoflarla, bu terminolojiye aynı manaları vermeyen kelamcıların, kavram kargaşasından dolayı birbirlerine yanlış mana verdiklerini, gazzâlî'nin filozofları öyle pek de anlamadığını iddia eder. kemalpaşazâde'nin görüşünden de anlaşılacağı üzere, kısmen doğrudur.

    görüldüğü üzere, bu münakaşalar aslında argümanın kendisinde değil, argümanın ortaya koyduğu o yüksek varlığın bu işleri "nasıl" yaptığına dair insan aklını aşan akıl yürütmelere dairdir. dolayısıyla hudus/imkân delilinin kıymetine bir menfi bir etkide bulunmaz.

    ek bilgi: (bkz: #155884287)
hesabın var mı? giriş yap