12 entry daha
  • ömrümün en güzel sayfalarından üçünü yazdığım saraybosna günlüğü'mde soluğumu kesen saraybosna'nın üzerine enfes bir tatlı gibi gelen, ömrü hayatımda gördüğüm en güzel yerdir bu şehir. kimbilir belki buradan güzelleri de vardır ama benim kıstasım kendi gezip gördüklerim tabi. bir şehir bu kadar mı güzel bu kadar mı temiz, bu kadar mı özgün, bu kadar mı hayat dolu olabilir. kalkan gibi dik yamaçlara yaslamış sırtını, tepeleri çorak, eteklere doğru başlıyor yeşillikler, kıyıya doğru o yeşilliklerin içine serpiştirilmiş güpgüzel taş evler, panjurlu... palmiyeler boy vermiş sıra sıra. bu daha asıl şehrin çevresi. surlarla çevrili tarihi kente girdiğinizde bir masal şehrine girmiş gibi oluyorsunuz. yüksek surların gölgesinde büyük bir ana yol karşılıyor sizi birden bire. iki yanı bir örnek taş yapılar, kiliseler, güzel evler, dükkanlar, kafeler. öyle dükkanların tabelaları filan yok yerler yeni yıkanmış gibi pırıl pırıl parlıyor ama bu pırıl pırıllık yepyenilikten değil, aksine, bir o kadar eski bu kent. pırıl pırıl bir tarih üzerinde yürüyorsunuz. herhangi bir dar sokağa dalıp kentin arka sokaklarında yürüyorsunuz, her yer aynı özende, aynı düzende. yine de birbirinin aynı gibi değil, her sokakta bir sürpriz bekliyor sizi. evler evler evler, kiliseler kiliseler kiliseler. merdivenli sokaklar, merdivensiz sokaklar, kafeler kafeler kafeler. rüya gibi her şey.

    hani insan derdini sıkıntısını da götürür ya gittiği yere, orada mümkün değil, unutuyorsunuz.

    sonra yine surların arasından deniz çıkıveriyor karşınıza, küçük limanında önünüze seriliyor `adriyatik denizi. mendireğe doğru yürüyorsunuz, karşınızda lokrum.

    antalya kaleiçi'de böyle olabilirdi belki, kıyaslanabilirdi belki ama değil, beni benden alan kaleiçi üzerine burası cennet gibi geliyor, çünkü en ufak bir kusur, en ufak bir eğretilik yok göze çarpan.

    yüzlerce resim çektim, o resimleri defalarca inceledim, ben bir kusur bulamadım. hani her kentte vardır güzel eserler, çeşmeler, tarihi yapılar şunlar bunlar ama bu tür mekanlar hep serpiştirilmiştir aralara, dubrovnik'te eski kent surlarının içi silme tarihi eser, baştan aşağı görülmesi gereken özel mekanlar. en son sümela manastırı'nı gördüğümde böylesine kendimden geçmiştim; dubrovnik'se sanki sümelalar zinciri şeklinde.

    hele adriyatik denizi. sanki yüzlerce kaputaş, yüzlerce ölüdeniz, yüzlerce göcek sanki.

    on yıl kadar önce yaşanan iç savaş sırasında kentin ne hale geldiğinin resimlerini görüyorsunuz müzede; sonra başınızı uzatıp şöyle bir dışarı bakıyorsunuz, inanamıyorsunuz. oysa ne güzel onar katlı binalar yapılabilirdi buraya, ne güzel de para ederdi. yoksa para kazanmanın yolu sadece apartman dikip kar etmek değil miydi? insan tarihini ve kültürünü yaşatırken de para kazanabilir miydi? tuhaf bu hırvatlar, cidden tuhaf adamlar.

    surları baştan aşağı dolaşırken insan "niye istanbul surlarında böyle dolaşılmaz?" diye iç geçiriyor; hoş, dolaşsan da neyi göreceksin, hangi manzaraya bakıp etkileneceksin ki? vakti zamanında olan olmuş biten bitmiş, surlarımız stratejik işlerliğini yitirmiş, sonra zaman içinde herşeyin pek bir güzel içine edilmiş.

    surlarını dolaşıyorsun dubrovnik'in çepeçevre; her bir köşesinde ayrı bir manzara ayrı bir sürpriz. yüksek yüksek burçlardan aşağıya denize bakıyorsun; aşağı atlamamak için kendini zor tutuyorsun. anlıyorsun ki dubrovnik sadece gezip görmek hatta yaşamak için değil üstüne üstlük o güzelim yüksek surlarından adriyatik'e kendini bırakıp intihar etmek için bile çok güzel bir yer.

    az mı yalvarmıştım insanlara "ne olur dubrovnik'e gidelim" diye; "ne alaka?" demişlerdi, "dur daha sırada roma var, viyana var prag var", elimize tutuşturulmaya çalışılan paket turlar var; "umrumda değil" demiştim; "ben dubrovnik'i görmek istiyorum"

    artık dubrovnik'i görmek kesmez, orada yaşamak istiyorum.
212 entry daha
hesabın var mı? giriş yap