• vizesinin olmaması dolayısıyla tatil yapmak için şu an 1 numaralı yer.

    yeni gelmişken sıcak sıcak taze bilgiler vereyim,

    tur
    biz ets ile gittik, pronto da aynı turu yapıyor, otel ve fiyatlar 2 turda da aynı, bizim ets'yi seçme nedenimiz gidişte erken gidip, dönüşte geç gelmesiydi. pronto tam tersi olduğu için seçmedik.

    otel ve ulaşım
    turun önerdiği oteller arasında çok fark yok, illa 5 yıldızlı otelde kalayım diye kasmanın manası da yok, 3 ve 4 yıldızlı oteller de gayet iş görüyor, biz valamar lacroma'da kaldık, şehire gitmek için hemen önünden otobüs kalkıyor ve gece 2'ye kadar otobüs var, tüm tatil boyunca otobüs kullandık yetti, bir gidiş 12 kuna (1,5 € civarı) ve bilet almanız gerekmiyor otobüsün içinde şoföre para verebiliyorsunuz, şehir 15 dakika uzaklıktaydı.

    oldtown
    girin google'a resimlerine bakın 5 ile çarpın, öyle çarpıcı öyle güzel bir yer, küçük bir alan olmasına rağmen, daracık sokak araları ve deniz kokusuyla tekrar tekrar gezdiriyor kendini, öğlenleri çok sıcak oluyor tavsiyem saat 18'den sonra gezin, keyfi böyle çıkıyor.

    yemek
    sözlük sağolsun sayesinde mena culpa'da pizza, spagetti toni'de makarna yedik ve tek kelimeyle kendimizden geçtik. özellikle spagetti toni'de benim için 5 peynirli lazanya yiyin olur mu?
    illa balık yiyelim diyorsanız limandaki mekanlar gayet güzel, adriyatiğe karşı yemek yiyorsunuz. biz değişiklik olsun diye balık tabağı ve siyah risotto istedik, ama ı ıh, memleketimde valla daha güzel balık, biz zaten balık dışındaki canlıları çok sevmiyoruz. kalamar hastası olduğumuz halde soğan halkası gibi değil de kendisi bacaklarıyla teşrif edince midemiz bulandı, seven vardır mutlaka, ancak biz bir daha balık yiyemedik. midye dediğin pilavlı dolmalı olur, ne öyle içinden küçücük kayış gibi şey çıkıyor.
    neyse tekrar edeyim, tavsiyem mena culpa quatra for maggi (yanlış yazmış olabilirim) pizza ve spagetti toni lazanya with 5 cheeses

    deniz
    belki de bugüne kadar yüzdüğüm en iyi denizdi, öncelikle belirtmemde fayda var lopud adası sunj plajı dışında öyle sahil diyebileceğimiz bir yer yok, çoğunlukla kayalardan denize giriliyor, dubrovnik belediyesi merdivenler yapmış kayalardan denize giriyorsunuz, kıyılarda fazla miktarda deniz kestanesi olabiliyor dikkatli girmek lazım, ancak denize girip biraz açılınca deniz o kadar berrak ve güzel ki insan çıkmak istemiyor.
    biz öncelikle 3 ada turu yaptık (ets bu tura 60 € istedi, biz kendimiz limandan bir acente ile anlaştık 35€'ya hallettik her şey aynıydı, aklınızda bulunsun) 3 ada turu çok güzel ancak lopud adasında çok övülen sunj plajı (belki de o güne has ters dalga nedeniyle) çok kirliydi ve aynı kilyos plajı gibi insan seli vardı, en büyük hayal kırıklığımız o oldu
    daha sonra ertesi gün locrum adasına gittik, yaklaşık 15 dakika sürüyor, limana en yakın ada, çok güzeldi, daha önce sözlükte de yazılmış en güzeli tekneden indiğiniz yerde denize gimek öyle hiç kasmayın, deniz her yerde çok güzel çünkü
    aynı zamanda kaldığımız otelin oradan da denize girilebiliyor, son gün orada da denize girdik ve orası da gerçekten muhteşemdi
    sözün özü nereden girerseniz girin mükemmel bir deniz bekliyor sizi.

    genel
    çok türk var, yani öyle böyle değil, son 2 yıl tam bir türk akınına uğramışlar, elini çarpsan türke rastlıyorsun, hatta bazı restoranlar menülerine türkçeyi koymuşlar o derece
    fiyatlar öyle pahalı falan değil, gayet normal, biz iki kişi en fazla 180 kuna'ya (25 €) yedik içtik. güneyde herhangi bir yerde yaptığımız tatilden daha ucuza geldi diyebilirim, zaten 1,5 saat sürüyor
    dubrovnik kızlarıyla ilgili bir şeyler yazacaktım ama şimdi eşim okur burayı falan, en iyisi gidin kendiniz görün.
    şaraplarını çok beğenmedik, ama biraları müthiş, mutlaka deneyin hatta meydanda piyano çalan amcanın oraya oturun sokağa karşı için biranızı
    yanınıza şnorkel alırsanız güzel olabilir, kayalık olduğu için yüzmesi güzel oluyor.
    öyle gece kulubü falan beklentiniz çok olmasın, bi tane var adamkıllı, onun yerini de tarif etmeme gerek yok, gece 11'den sonra sokağa çıkan aynı renk giyinmiş (ya da soyunmuş ta diyebilirim) kızları takip edin
    suya para vermeyin meydanlardai çeşmelerden soğuk su akıyor, aynı zamanda oteldeki çeşmeden bile su içebiliyorsunuz, ve tadı satılan sudan daha güzel
    halkı çok cana yakın, tek geçim kaynakları bu olduğu için turisti el üstünde tutuyorlar ve çok sıcakkanlılar

    hiç bir numarası yok, halkı surratsız diyenler nereleriyle gezmişler çok merak ediyorum, gidin gezin gezdirin, o kadar beğendik ki, ağustos'ta bir daha gitmeyi düşünüyoruz, çeşme ve bodrumdaki kazıklardan daha mantıklı.
  • girişindeki tünelde bjk çarşı'nın izinin olduğu şehir.

    http://i.imgur.com/wawyl2m.png
  • bugun hirvatistan sinirlari dahilinde olsa da eskiden müstakil olan bir devlet.

    osmanlilarla temasa gecmesi sultan orhan zamaninda olmustur.
    osmanli arsiv kayitlarinda sikca "ceddim sultan orhan zaman-i seriflerinden berü atabe-i ulyam ile dostlukda sabit-kadem ve rasih-dem" ibaresini sikca gormek mumkundur.

    osmanlilar da dubrovnik'e dubrovnik demislerdir. raguzatabirini kullandiklarina dair ben hic bir kayida rastlamadim. zaman zaman venedik'le karistirmislar ve dubrovenedik diye bir sey demislerdir. ama raguza tabiri en azindan on sekizinci yuzyila kadar kullanilmamistir.

    basbakanlik osmanli arsivi'nde duvel-i ecnebiye defterleri tasnifi icerisinde osmanli devleti'nin dubrovnik ile iliskilerinin kayitlarinin tutuldugu uc adet defter vardir. bunlarin numaralari 14/2, 15/3, 16/4'tur. bu defterlerin iclerinde osmanlilarin dubrovnik'e vermis olduklari ahidnameler, dubrovnik'in osmanlilara odedigi harac, konsolos atamalari ve ticaret ile ilgili meseleler hakkinda hukumler bulmak mumkundur. divani yazi ile yazilmislardir. her bir defter ortalama 180 sayfadir.
  • ömrümün en güzel sayfalarından üçünü yazdığım saraybosna günlüğü'mde soluğumu kesen saraybosna'nın üzerine enfes bir tatlı gibi gelen, ömrü hayatımda gördüğüm en güzel yerdir bu şehir. kimbilir belki buradan güzelleri de vardır ama benim kıstasım kendi gezip gördüklerim tabi. bir şehir bu kadar mı güzel bu kadar mı temiz, bu kadar mı özgün, bu kadar mı hayat dolu olabilir. kalkan gibi dik yamaçlara yaslamış sırtını, tepeleri çorak, eteklere doğru başlıyor yeşillikler, kıyıya doğru o yeşilliklerin içine serpiştirilmiş güpgüzel taş evler, panjurlu... palmiyeler boy vermiş sıra sıra. bu daha asıl şehrin çevresi. surlarla çevrili tarihi kente girdiğinizde bir masal şehrine girmiş gibi oluyorsunuz. yüksek surların gölgesinde büyük bir ana yol karşılıyor sizi birden bire. iki yanı bir örnek taş yapılar, kiliseler, güzel evler, dükkanlar, kafeler. öyle dükkanların tabelaları filan yok yerler yeni yıkanmış gibi pırıl pırıl parlıyor ama bu pırıl pırıllık yepyenilikten değil, aksine, bir o kadar eski bu kent. pırıl pırıl bir tarih üzerinde yürüyorsunuz. herhangi bir dar sokağa dalıp kentin arka sokaklarında yürüyorsunuz, her yer aynı özende, aynı düzende. yine de birbirinin aynı gibi değil, her sokakta bir sürpriz bekliyor sizi. evler evler evler, kiliseler kiliseler kiliseler. merdivenli sokaklar, merdivensiz sokaklar, kafeler kafeler kafeler. rüya gibi her şey.

    hani insan derdini sıkıntısını da götürür ya gittiği yere, orada mümkün değil, unutuyorsunuz.

    sonra yine surların arasından deniz çıkıveriyor karşınıza, küçük limanında önünüze seriliyor `adriyatik denizi. mendireğe doğru yürüyorsunuz, karşınızda lokrum.

    antalya kaleiçi'de böyle olabilirdi belki, kıyaslanabilirdi belki ama değil, beni benden alan kaleiçi üzerine burası cennet gibi geliyor, çünkü en ufak bir kusur, en ufak bir eğretilik yok göze çarpan.

    yüzlerce resim çektim, o resimleri defalarca inceledim, ben bir kusur bulamadım. hani her kentte vardır güzel eserler, çeşmeler, tarihi yapılar şunlar bunlar ama bu tür mekanlar hep serpiştirilmiştir aralara, dubrovnik'te eski kent surlarının içi silme tarihi eser, baştan aşağı görülmesi gereken özel mekanlar. en son sümela manastırı'nı gördüğümde böylesine kendimden geçmiştim; dubrovnik'se sanki sümelalar zinciri şeklinde.

    hele adriyatik denizi. sanki yüzlerce kaputaş, yüzlerce ölüdeniz, yüzlerce göcek sanki.

    on yıl kadar önce yaşanan iç savaş sırasında kentin ne hale geldiğinin resimlerini görüyorsunuz müzede; sonra başınızı uzatıp şöyle bir dışarı bakıyorsunuz, inanamıyorsunuz. oysa ne güzel onar katlı binalar yapılabilirdi buraya, ne güzel de para ederdi. yoksa para kazanmanın yolu sadece apartman dikip kar etmek değil miydi? insan tarihini ve kültürünü yaşatırken de para kazanabilir miydi? tuhaf bu hırvatlar, cidden tuhaf adamlar.

    surları baştan aşağı dolaşırken insan "niye istanbul surlarında böyle dolaşılmaz?" diye iç geçiriyor; hoş, dolaşsan da neyi göreceksin, hangi manzaraya bakıp etkileneceksin ki? vakti zamanında olan olmuş biten bitmiş, surlarımız stratejik işlerliğini yitirmiş, sonra zaman içinde herşeyin pek bir güzel içine edilmiş.

    surlarını dolaşıyorsun dubrovnik'in çepeçevre; her bir köşesinde ayrı bir manzara ayrı bir sürpriz. yüksek yüksek burçlardan aşağıya denize bakıyorsun; aşağı atlamamak için kendini zor tutuyorsun. anlıyorsun ki dubrovnik sadece gezip görmek hatta yaşamak için değil üstüne üstlük o güzelim yüksek surlarından adriyatik'e kendini bırakıp intihar etmek için bile çok güzel bir yer.

    az mı yalvarmıştım insanlara "ne olur dubrovnik'e gidelim" diye; "ne alaka?" demişlerdi, "dur daha sırada roma var, viyana var prag var", elimize tutuşturulmaya çalışılan paket turlar var; "umrumda değil" demiştim; "ben dubrovnik'i görmek istiyorum"

    artık dubrovnik'i görmek kesmez, orada yaşamak istiyorum.
  • ülkemize vize uygulanmadığından; dubroşa yapılan seyahatleri yeterince değerli bulmayanlar için, hırvat hükümeti seneye vize uygulama kararı almış*. vizeyle girince daha serin olur, daha hoş gelir artık o güzel memleket. ne diyelim mahmut.
  • tarihte ragusa cumhuriyeti diye bilinen hırvat şehri. hırvatistan'ın istediğinden veya gelen türk turist sayısından rahatsız olduğundan değil (bilakis memnundular), ab'ye girişte schengen antlaşmasına uymak zorunda olduklarından ötürü, hırvatlar bu vizeyi koymuşlardır.

    mesela ters bir örnek vereyim, türkiye'ye çok fazla rus turist gelmesinin nedenlerinden biri de yine schengen. rus turistler ab üyesi ülkelere girişte vizeye tabii olduklarından adamlar türkiye'ye geliyorlar. mesela türkiye, avrupa birliğine üye olsa, çok ciddi ölçüde rus turist sayısı azalır. hatta bırakın üye olmayı, şu anda türk vatandaşlarının, schengen alanı ülkelerine vizesiz seyahati için ayrıca bir müzakere var ve ab'nin isteklerinden biri de, ab'nin vize uyguladığı rusya gibi ülkelere türkiye'nin de vize uygulaması ki, bizim dışişleri bakanlığı tam üye olmadan, bunu kabul etmek istemiyor.

    hatırlatmakta fayda var, benzeri durumlar daha önce de olmuştu. daha önce vizesiz gidilebilen romanya, ab'ye giriş aşamasında türkiye'ye vize uygulamaya başlamıştı. ki normal şartlarda, türkiye romanya'ya vize uygulasa anlaşılabilir de (kaçak işçi sorunu) , romanya'nın bize vize uygulaması için fazla bir neden yok.
  • 2015 temmuz ayında yaptığım tatil sonrasında hiç haber vermeden ve hissettirmeden ruhumun ve ayrıca aklımın bir parçasını "bir daha ki gelişinde geri alırsın" diyerek alıkoyarak beni kendine hayran bıraktırmış hırvatistan şehridir.

    zagreb üzerinden aktarma ile thy ile geldiğimiz dubrovnik havalimanı ne kadar şirin bir yere geldiğimizin ilk göstergesi idi.
    kapıdan çıkar çıkmaz kapının yanındaki bilet ofisinden 6 euro'ya alınan shuttle bileti ile kendimizi otobüsün koltuğunda bulduk. otobüs bile bizim ülkemiz için nostalji simgesi olan mercedes o303.

    20 dakika süren ve daracık bir yoldan deniz manzarasına bakarak kendimizi pile kapısında bulduk. temmuz ayı olması ve saatin öğlen olması ile milyar derece olan sıcakla tanışmamız pek hoş olmadı. hemen indiğimiz yerin yakınındaki döviz bürosundan eurolarımızı hırvat kunasına çevirip büronun karşısındaki bilet satıcısından 7 günlük dubrovnik card aldık.

    bu kart yanında 20 sefer otobüse binmek için bilet imkanı ve old town'daki bir çok müze ile kale duvarlarını ücretsiz gezme imkanı tanımakta.

    4 numaralı otobüs olan ve oteller bölgesine giden en kalabalık otobüse kendimizi attık. otobüsler klimalı. ve orta bölümünde bizim gibi valizli insanlar için boşluk var. ancak süper kalabalık bir hatta biraz tuhaf oluyor. kısa üç duraklık yolculuk sonrası kendimizi rixos libertas hotelinde bulduk.

    bu hotel dubrovnik şehir merkezine iki km mesafede ve yokuş aşağı bu mesafe kat edilerek ulaşılabilecek bir noktada. ancak geri dönüşlerde otobüs şart.

    velhasıl yorgunluktan kurtuluş ve kendimizi masmavi suları ile adriyatik denizine atmamız bir oldu.

    denizden de bahsetmek isterim. kaldığımız otelin bir kumsal plajı yok. merdivenlerle inilen ve direkt derin denize girdiğiniz bir yerde konumlanmış. ilk başta biraz tuhaf ve acaba nasıl olur diye baktığımız bu deniz girişi bizi şerbet gibi suyu , kristal berraklığı ve balıklarla beraber denize girmenin keyfini sunduğunda saatlerce içinden çıkamadık. 35 yıllık ömrümde denizde dalış haricinde 15 dk fazla yüzmek için durmadığımı bildiğimden saatlerce suda kalmanın şaşırtıcı keyfini çıkardım.

    akşam yemeği saatine kadar otelde takıldıktan sonra kendimizi yola vurup yine pile kapısına vardık.

    sonrasında ise büyüleyici ve bir o kadar kendisine hayran bıraktıran dubrovnik gece eğlencesinin içine daldık...

    özellikle gidilmesi gereken dönemin yaz olması gerektiğini düşünüyorum. denize girmek için ölmüyorsanız eylül-ekim yada mayıs ayında da gidilebilir. ancak 2015 mayıs ayında çekilmiş fotoğraflara dahi baktığımızda insanların üzerinde öğlen zamanı polar olduğunu gördük.

    15 temmuz 30 ağustos arası dubrovnik festivali var. yani her akşam ya bir açık hava konseri, sergi, tadım alanları ana meydana kuruluyor. çok ama çok renkli ve güzel.

    hiç bir şeyi ilk gördüğünüz yerden almayın. zaten gezgin iseniz ve bu sizin ilk tatiliniz değilse zaten bu motto size boş gelecektir. tüm sokakları o daracık yerlere bile girin. ayaküstü fiyatlardan örneğin otobüs durağının arkasında 14 kuna olan 500ml coca-cola bu ara sokaklarda bulduğumuz markette 4 kuna idi. yine bu markette inanılmaz ucuz fiyata alkol almakta mümkün. ohh jagermeisterler.

    sabahları çok erken old city pazarı kuruluyor. ancak bacağım kadar salatalıklar, avucumdan büyük domatesler satılıyordu. ilginç bir şekilde de pahalı idi.

    bar veya pub olan yerlerin bir çoğunda yemek hiç bir şey yok. içkinin yanına bir çerez bile gelmiyor. ama ikisi bir arada olsun dediğinizde yüzlerce restoran ve cafe alternatifiniz var.

    en güzel şey elinize biranızı alıp güzel basamağa oturup şehri ve gelen geçenleri izlemek.

    otobüs şoföründen, arka sokaktaki kasiyer'e kadar herkes ama herkes ingilizce konuşuyor. hırvatça konuşmayı biliyorsanız daha iyi tabi.

    şehir çok güvenli. ilk başta fark etmedik ama etrafta sürekli bir polis devriyesi var. maşallah adamların en kısası iki metre olduğundan daha ilk görüşte "bu ağbi ne diyorsa onu yapayım en iyisi" diyorsunuz.

    türkleri çok seviyorlar. hemen herkes 4-5 kelime türkçe biliyor ve sizinle konuşmak için can atıyorlar. inanılmaz yardımcılar.

    tek gelirleri turizm olduğu için hemen her şey gelen turistin rahatlığı için düşünülmüş.

    old city dahil etrafta denize girilebilecek çok fazla yer mevcut ancak direkt derin suya yada kayalık ilk girişlerden bahsediyoruz. o bakımdan yanınızda kalın tabanlı deniz ayakkabısı olsun. kumsal mı istiyorsunuz? split baby...

    etrafta gidilip görülmesi gereken çok fazla alternatif var. örneğin lokrum adası. çıplaklar plajı da dahil olmak üzere 20 den fazla yerinde denize kumsal şeklinde giriliyor. her gün sabah old city'den tekneler kalkıyor. bir çoğunda yemek ve limitsiz içki de var. zaten kuna düşük bir para birimi, tl cinsinden çarpınca moraliniz düzeliyor.

    ada turlarını seviyorsanız çok alternatif var. zevkinize göre gece yarısı için bile mehtaplı geceler diye tekne turları var.

    cavtat akşam gün batımı için süper ama içeride pek bir numarası yok. ya da biz bulamadık. sonuçta gün batımı için gidilip akşam yemeği için yine dubrovnik'e dönülebilir.

    şehir surları turu için erken kalkmak ve saat 08:00 de açılan kapının önünde bulunmanız şart. tur hızlı adımlarla gezseniz bile 2 saat sürüyor. ayrıca yüzlerce basamak var. yok ben etrafa bakayım, fotoğraf çekeyim filan dediniz mi bir saat kafadan atıyor. güneşin altında yapılan bu tur için yanınıza bol su, bak tekrar yazıyorum bol su, güneş yağı, ve taşların kayganlığına dayanacak ayakkabı yada terlik ile gitmelisiniz. flip flop giyen 3-4 kişininin kayarak düştüğünü gördük.

    bayılmadan ve ayaklarınızdaki titremeye karşı koyup giriş yaptığınız kapıdan iner inmez hemen yanındaki kapıdan dünyadaki ilk eczanenin olduğu müzeye gidin. sepserin oturun ve dinlenin. sonra içerisini gezin. bana dua edersiniz...

    game of thrones aşığı iseniz ara sokaklarda muhteşem hediyelikler var. zaten internette bir çok blog ne nerede çekilmiş hemen hepsini gösteriyor.

    döndüğümüz güne kadar hiç sıkılmadan gündüzleri denizden çıkmadan geçen dinlenme dönemi ve akşam yemeği sonrası aralıksız gezi ile biten bu güzel tatilimizden sonra birer sene aralıklar ile sürekli gitme kararı aldığımız bu güzel şehir için tüm sorularınızı cevaplamak isterim.
  • nüfusun %1'i çinlilerden, %1'i usa-ab vatandaşlarından, %3'ü hırvatlardan ve %95'i türklerden oluşmaktadır.
  • türk köyü.

    gerçi bunun sebebi sanırım bayramda gitmemizdi. her yer türk, sanırsın izmir'deyiz, bodrum bile değil, çünkü oralarda daha fazla turist oluyor. gayet ele geçirmişiz şehiri.
    bu arada şehir dediğim yer, tüm caddeleriyle yarım günde gezilebilir. hadi bir gün diyelim. en büyük caddesinin başından sonu görülüyor. o derece büyük.
    güzel aslında. türkiye'nin 10 yıl önceki hali gibi. biraz daha kilise soslu, old city beyaz mermerden. çok temiz. yollar parlıyor, en sevdiğim konu oydu sanırım.

    - yemekler için öneriler, herkesin de önerdiği gibi, deniz ürünleri yapan old town'un deniz çıkışındaki çok masası olan konabo, mea culpa'da pizza ve spagetti toni'de makarna. gnocchi yemeyin, türk damak tadına pek yakın değil, kumpir yiyin onun yerine. deniz ürünleri çok ucuz, çok ve çok lezzetliler. ama beni asıl şaşırtan pizza idi, baya baya iyiydi.
    gil's diye bir mekan var odtü'lüler işletiomuş. iç dizaynı bi reina bi sortie gibin. cool aslında da sanki old town dokusuna uymamış. pahalı bir de.
    genel olarak yemekler hep geç geliyor. cok yavaşlar. 5 kez falan acıkılıyor arada.

    - gece eğlenmesi için 2 yer önerdiler, ravelin ile east and west. raveline giriş 50 kuna. içki dahil değil. bira, sek votka 20 kuna. 80'lerden kalma disco içinde duman basıolar, kapalı bi de üstü falan bi anlamsız. dans eden kızlar var ve alevli içki şişesi çeviren garsonlar bir de. so 80's. east and west'e gitmedik, fakat bir irish pub var old city'nin içinde oturup muhabbetlik baya iyi.

    - şehir duvarlarını iyi manzara için gezin. çok sıcak oluyor gün içinde 6'da çıkın. 6:30'da da kapanıyor girişleri, ama çıkış zorunlu değil. 10 euro.

    - 3 adalar turunu (bkz: elaphiti islands) old town'un deniz çıkışından 30 euro'ya halledebilirsiniz. ets 50 euro'ya götürüyor aynı turu.

    - 3 adaların son adasında (bkz: lopud) kumsal var. golf arabalarına binip gidiliyor (20 kuna kişi başı) ben diyim 50, siz diyin 100 metre. çeşme aya yorgi koyuna küçük derken bununla karşılaşınca dayak yemiş gibi oldum. ama orda denize açılın, mavi yassı balıklar var, beraber yüzüyorsunuz, çok tatlı. deniz gözlüğü gerekli.

    böyle yani, toplamda 3 günde falan rahat rahat biter dubrovnik. çevresi (mostar, montenegro, hvar vs.) daha fazla zaman alabilir.
  • mostar'dan bir günlüğüne diye geçip 4 gün kalınan şehir.

    kent pırıl pırıl, istasyonda bir sürü kadın ellerinde fotolar pansiyon tanıtıyorlar ama old town yakınları pahalı, biz gene de şansımız deneyelim diyoruz, kendimizi belediye otobüsüyle kente atıyoruz. burada şöforler biraz daha dikkatli biletler basılıyor mu diye, bosna daha rahattı kimse basmıyordu. neyse 2 kişi hep tek bilet aldık.

    şimdi pansiyon bulma ipucuna gelelim. eğer çok konfor delisi değil ve profesyonel bir mekan aramıyorsanız. old town'un hemen üst caddesine dalın. ilerde bıyıklı yaşlı teyzeler laflıyorlar ayakta. yanlarına gidince tahmin ettiğimiz gibi pansiyoncular çıktı. garajda 35-40 eur denen evlerin benzeri birinde 15 eur'a yer bulduk. balkonumuz old town manzaralı ve beş dakika. old towna yakın olmak önemli çünkü kentte bu çevrede gezinme dışında yapacak çok bir şey yok. ama zaten kale içi yetiyor.

    gezecek çok bina, kilise, eczane, müze var. bazılarına kalabalık olmayan saatlerde "paramız fazla yok" diyerek bedava girdik. aslında çok soğuk gibi dursalar da çok kibarlar. eczaneye tam kapatılırken girdik ve bedava gezmemize rağmen adamcağız efendi efendi bekledi bizi. burda olda müstahdem döver valla.

    yemekler sanki pahalı gibi ama sonra saraybosna'dan geldiğimiz için bize pahalı geldiğini farkettik, kaş'ta fethiye'de neyse fiyatlar neredeyse o ayarda. tam iskelede bir deniz mahsulleri lokantasi var, nasilsa pahalidir diye 2 gun ugramadik, bir gun onunden gecerken farkettik ki, ucuz yerlerde yiyip durdugumuz pizzalarla ayni fiyata enfes deniz ürünleri. adini hatirlamiyorum ama masalarin uzerinde kara kara tencerelerden iştahla yemek yiyen insanları görürseniz işte orası. sanırım 1 tencere karides (ki iki kişiyi doyuruyor) 10-12 eur civarında. olmaz böyle lezzet. her tarafımızdan yağ akıyordu ama hiç rahatsız etmedi sanırım bocalıyorlar has zeytinyağını.

    ben en çok kahvelere bayıldım, olmaz böyle birşey. su ile aynı fiyata. ne çok kahve içtik. hem de tadı yapışıyor damağınıza. yine adını not etmedim ama iskeleye çıkan kapının solunda kalan hafif basamkla çıkılıp oturulan yer mükemmeldi. bir de kahve de garip bir fiyat anlaşması vardı sanırım salaş bir yerde içtiğiniz kahve 2 eursa, lüks bir yerde içtiğiniz en fazla 3 eur. birde dublelere fiyat katlamıyorlar.

    hem hırvatistan'da hem saraybosna'da keşfettiğim birşey var. siparişiniz çok geç alınıyor ama alınmasıyla gelmesi de bi oluyor. sanırım biz teşrifatçı bir millet olduğumuz için ayakta gezinip duran 5-6 garsonlu ama içerde can havliyle çalışan tek aşçılı yerlere alışmışız. sanırım buralarda da tek garson ama 5 aşçı var.

    bir kale içinde ne kadar gezilir ki diyebilirsiniz ama burası minik bir şehir. ve her seferinde bir süprizle karşılaşıyoruz. örneğin iskele civarı ya da yanlarındao kadar güzel deniz yokken, nihayet dünya para verip (kişi başı 10-15 eur) çıktığımız surlarda gezerken deniz tarafında kayalıklarda denize giren bir sürü insan gördük. sur deyip geçmeyin, çok sallanmadan yürümemize rağmen 2-3 saat sürdü. susuzluktan ölmek üzereyken arka cephelerde surların üstünde kahveler gördük. oturup dinlenip geziye devam etmek ayrı bir keyif.

    bu arada o kayalıklar yönünde surların altında yürürseniz yol sizi dışarıdan hiç belli olmayan dar bir geçide götürüyor, mis gibi kayalıklar ve deniz. merak etmeyin burada kayalıkların üzerine dümdüz beton atmadan yerleşmeyi beceren bir kafe var ama tuvalet yok.

    dubrovniğe bir çok tur karadağ öncesi geçiş yeri olarak uğruyor, rastladığımız birçok türkte karadağa kah ozel araç tutarak kah otobüslerle geçti ama karadağ vizesinin kapıdan 55 eur olduğu bilgisini önceden öğrendiğimiz için geçemedik.

    dubrovnikten günü birlik gidelecek yerlerde var aslında 4 güne uzamasının bir nedeni de o oldu. cavcata 3-4 eur'luk bir biletle gidebiliyorsunuz. ne varki salak gibi buraya geldi demeniz çok mümkün bizim gibi ilk bir iki saat. aslında otobüsün bıraktığı yerden görünmeyen adanın sol tarafına geçtiğimizde kendimize hayıflandık asıl eğlence orada, binalar, çiçekli sokaklar, lokantalar. fiyatlar biraz pahalı gibi ama o kadar seçenek arasında gene makul bir yer bulabildik. deniz süperdi.

    yine dubrovnik otobüs garajının yanındaki feribot iskelesinden miljet adasına gidebilirsiniz. yaklaşık 10-15 eur civarında gidiş bileti. ama biz çok soru sormaktan rahatsız olan çiftleri bir süpriz bekliyor, adaya gelince birçok insan iniyor diye biz de salak gibi indik, sonra herkesin de inmediğini farkettik "aaa noluyor" derken feribot kalkmıştı bile. milli parkı sorunca gerçeklerle yüz yüze kaldık 30 kilometre ötede adanın öbür ucundaymış ve feribot oraya da gidiyormuş. indiğimiz yer yerleşik adalıların yaşadığı küçük bir köy/kasaba gibi biryer. ve orada ne toplu ulaşım var ne minibus vs. araç kiralayabilirdik, 20-25 eur'ya ama biz araba kullanmayı bilmeyiz ki (bu arada araçların hepsi mini reno 5 boyutlarında, hele yugo markalar -eski yugoslavyanın milli markası dağılınca üretim de durmuş- var ki, bizim bis boyutunda. neyse milli parka giden yola girdik ama ne araç geçiyor ne birşey.

    şansımıza iki otostopla ulaştık. milli park nasıl peki? o da başka bir entiriye ama yazma fırsatım olmazsa aklınızda olsun, kesinlikle gidin ama giriş parası vermeyin (22.5 eur) koca milli park, yandan yana yürürseniz mutlaka bir geçiş noktası bulursunuz bizim gibi

    edit: ship wright der ki, ben elimi kolumu sallaya sallaya girdim karadağ'a. yok öyle 55 eur falan der. yani öyle
hesabın var mı? giriş yap