aynı isimde "ahlat ağacı" başlığı da var
  • --- spoiler ---

    sonu çok güzel bitmedi mi ya?

    sinan'ın kafasında hiçleştirdiği babasının aslında sinan'ın insanlara tepeden bakmasına sebep olan doluluğunun ve aykırılığının en büyük mimarı olduğunu anlaması, ulan ben sinan isem bu idris sayesinde imiş aydınlanması, dededen toruna hep farklı olmalarını fark edişi, bu varoluş gerçeğinden soyutlanamayacağını kabullenmesi, ayrıca kitabını okuyan tek kişinin babası olmasına duyduğu minnet, sadece okumak da değil bizzat kendi yazmışçasına anlaması, irdelenmesine olan şaşkınlığı. tüm bunlar sinan'a aslında ağır geldi.
    ve o intihar sahnesi bence alternatif sondu. yani yönetmen konuyu seyirciye bıraktı demiyorum tabi, film net bitti, sinan ölmedi. ama o intihar sinan'ın aklından geçen iki uç sondan biriydi ciddi ciddi. kendini oraya asabilirdi de hakikaten. ve biz bunu ilk gördüğümüzde yadırgamadık. haklı sebepler bularak sinan'ı buna iten şeyler gözümüzün önüne geldi, hayata bunca yükle devam edemeyecek oluşunu, pes edişini kabullendik.
    ama sinan diğer alternatifi seçti. babasından nefret eden sinan'ı astı aslında o kuyuda ve aslında hiçbir zaman topluma ait olamayan "yalnız" babasını seçti. kendisi o küçük kasabada yaşamanın acısını bu denli yaşarken babasının da aslında bu acı ve çaresizlik nedeniyle kendini deliliğe vurduğunu anladı. herkes gibi olamayan babası nefret dolu, asabi bir insan da olabilirdi, olmadı.. hep gülümseyen, iyi niyetli, saf bir adam olarak kaldı. o kadar bildiğini, okuduğunu unutup o sıkıcı hayatın içinde tutunmanın kendince yolunu buldu.

    sinan bunu gördü, babasını ve onun acı yalnızlığını anladı, ona saygı duydu, merhamet etti, kendisine benzetti, kendisini ona benzetti. ve o kuyuya inip o çıkmaz denen suyu çıkarmak için kendi deliliğini ortaya koydu. babasının oğlu oldu..
    --- spoiler ---
  • hoca ne yaptın.

    filmi bugün ikinci defa izledim ve çok daha iyi hazmettim. uzunca bir süre, 1001 çeşit okuması yapılabilecek bir başyapıt olduğuna ikna oldum.

    ilk izlediğimde kaçırdığım, ikincisinde yakaladığım bir an var ki; bir an ayağa kalkıp saygı duruşuna geçmek istedim.

    --- spoiler ---

    kitapçıda taşralı yazar ve sinan hararetli bir şekilde edebiyat tartışırken, dışarıda sağanak yağmur başlaması ve genç bir kızın kitapçıya girmesi...

    insanlar kitapçıyı ancak yağmurdan kaçarken sığınmak için girilebilecek bir yer olarak görürken, iki taşra yazarının boşu boşuna kendilerini paralamaları...

    --- spoiler ---

    hoca ne yaptın.
  • neden nuri bilge ceylan'ın ayağını kaydırmıyor bu haçlılar veya yahudiler? neden önünü kesmeye çalışmıyorlar? neden kendi adamlarını ön plana çıkarmıyorlar da bu ortadoğudan gelen adamı takdir ediyorlar?

    demek ki neymiş: eğer kaliteli işler yapar ve insanlığa bir hizmetiniz dokunursa, bütün dünyadan insanlar sizi dakikalarca ayakta alkışlar. nüfus kağıdınız o zaman bir teferruat olur.

    tanım : bu tür ortadoğu efsanelerinin,
    saçmalığını ortaya çıkaran bir filmdir.
  • filmi bugün, vizyonun ilk gününde izledim. fikirlerim soğumadan, aşağıya filmle ilgili görüşlerimi aktaracağım.

    öncelikle, biçim kısmı ile başlamak istiyorum. içeriği uzun uzun konuşacağız. fakat filmde dikkati çeken ilk unsur biçim; yani filmin editingi, kamera kullanımı, renkleri vs. rejisör n.b. ceylan'ın filmografisini takip edenler, onun durağan bir kamera kullanımını takip ettiğini bileceklerdir. ilk kısa filmi koza, daha sonra kasaba, mayıs sıkıntısı ve uzak son derece sabit bir kamera kullanımı izler. bu durum üç maymun'da yavaş yavaş değişmeye başlamış, rejisör pan ve tilt haricinde ufak kamera kaydırmalarını denemeye başlamıştır. once upon time in anatolia da görece sabit bir kamera kullanımını takip eder. lakin kış uykusunda dolly kullanımı göze batacak denli belirginleşir. ahlat ağacı ise rejisörün tüm önceki filmlerine kıyasla yeni bir biçim denediği filmi olmuş. öyle ki, rejisör ceylan, sabit kamera kullanımını tamamen terketmiş ve haneke gibi steadycam'e geçmiş. kamera sürekli karakteri takip halinde, önünden alıp arkasına geçiyor, karakterin peşinden koşturuyor, öte yandan drone ile havadan takip gerçekleştiriliyor. tüm bunlar n.b. ceylan sineması için yeni bir biçimi uygulamak demek. ikinci durum ise editingle ilgili. rejisörün tüm önceki filmlerinde kamera olup biteni uzun uzun izlerdi, planlar ekseriyetle uzundu. ahlat ağacında ise, henüz kış uykusunda hafiften sinyallerini veren bir editing göze çarpıyor. ceylan, tek planla sahne oluşturuyor, gayet kısa planlar kullanıyor ve zaman aralıklarını planlarla hızlıca birbirine bağlıyor. durum hikayecisi olan ceylan için elbette ki beklenmedik bir kurgu bu. lakin bu durumu anlamak da zor olmasa gerek. önceki filmlerine kıyasla, bu sefer ahlat ağacı'nda daha uzun bir zaman aralığını hikayeleştiriyor. once upon a time in anatolia, yirmi dört saat gibi bir süreyi kapsıyordu, kış uykusu tahminimce bir kaç haftayı. ahlat ağacı ise oldukça geniş bir zamanı kapsıyor, sinan askere gidip geliyor örneğin, ve ceylan bunu tek planda ustalıkla gösteriyor. hikayesel zamanın uzun oluşu, rejisörü editingte zaman atlamaları kullanmaya mecbur bırakmış olabilir. hareketli kamera kullanımı da bir yandan filmin uzunluğunu kompanse ederken*, diğer yandan mekansal genişliği elde tutmayı sağlamış. zira tüm önceki filmlerinde mekanlar yüksek oranda biçimlendirilmiş haldeydi. ahlat ağacında ise mekan, sinan'ın içinde dolaştığı doğanın ve köyün kendisi. böylesi mekanlarla başa çıkmak için karakteri takip etmek elzem. öte yandan fiziksel hareket hali, zihnin de bir huzursuzluk ve hareket* içinde olduğunu yansıtmak için mühim bir işlev görüyor. bunların haricinde ceylan çok sevdiği reverse shotlarını kullanmaya devam ediyor. kamera steadycam'e geçse de, haneke tipi bir kamera kullanımı elbette yok. takip+reverse shot şeklinde bir kullanım söz konusu. takip shotları olunca haliyle pek çok planda arkası blur, fakat geniş açılarda alan derinliği yine verilmiş. blur ve takip gibi yeni teknikler denense de, reverse shot ve alan derinliği gibi eski alışkanlıklardan da vazgeçilmemiş. renkler üzerine özellikle uğraşılmış, köy sahnelerinde pastel tonlar yakalamak mümkün, haliyle filmin fiziksel olarak durakladığı noktalarda gayet iyi kompozisyonlar var. biçim kısmıyla ilgili söyleyeceklerim bunlar.

    film, sinan'ın sahilde bir çay bahçesinin kapalı alanında çay içip simit yediği sahneyle açılıyor. açılış için muazzam bir kompozisyon ve çok iyi bir plan. cama denizin dalgaları yansıyor ve bir bakıma plan, okul bittikten sonra sinan'ın içine gireceği dalgalı ruh halini yansıtıyor. sinan otogarda inip yol alırken kuyumcuya rastlıyor ve ayak üstü sohbet ediyorlar. burada iki şeyi anlıyoruz, birincisi borcunu ödemeyen bir baba var. ikincisi bu babanın vazgeçemeyeceği bir köpeği var. bu detay önemle vurgulanmış ki, filmin sonunda da tekrar buraya dönülüyor.

    sinan köye uğradığında, köylü kızı hatice'yi görüyor. hatice televizyonda gördüğü hayatlar ile kendi köyü arasında sıkışıp kalmış durumda. bir gülüyor, bir ağlıyor. tam anlamıyla histerik bir yapıya bürünmüş. sinan'a yine televizyonda gördüğü imgeleri anlatıyor; ışıltılı caddeler, yağmurda ıslanmalar, aşklar vs. bu kısımlar elbet roland barthes'ın çağdaş söylenler'ini hatırlatıyor. kapitalizm, filmler ve kültür endüstrisi ürünleri aracılığıyla modern mitler üretiyor kendine. şehri gidip görmüş sinan içinse bunlar pek bir anlam ifade etmiyor, "paran yoksa hayat yok" diyor sinan bir yerde, kapitalizm, her şeyi görüp hiçbir şeye dokunamamak gibi. o yüzden şöyle diyor hatice'ye içindeki kırgınlıkla, "gördük hepsini, boş."

    sinan eve geldiğinde, tipik, ortalama bir türk ailesi ile karşılaşıyoruz. televizyonun karşısında vakit öldüren bir aile, gözlerini ekrana kilitlemiş bir anne, dizi başlayacak kanalı değiştirme diyen bir genç kız ve kumandanın hakimiyetini eline alan, "reklam mı izleyelim bakalım neler varmış" diyen bir baba. bu ailenin sinan'dan hiçbir beklentisi yok, bir işe girip çalışması dışında. kimse okulla, neler yaptığıyla ilgili bir şeyler de sormuyor zaten. sinan'ın kendisi için kurduğu hayaller, bu küçük ilçeye geldiğinde tuzla buz oluyor. ilerleyen kısımlarda imam karakterinin de diyeceği gibi, "hayatın içinde çalkalanıyoruz işte". sinan'ın ailesi ortalama bir türk ailesini kararlılıkla yansıtıyor ve bir sürünceme halinden ötesi değil hayat onların gözünde. tv sahnelerinden birinde yılmaz güney'in bir filmi oynuyor, umutsuzlar. bu filmin sonunda güney'in oynadığı fırat karakteri ölüyor. bir umut ya da bir çıkış yok. bunun gibi, sinan'ın ve ailesinin hayatında da bir çıkış yok. bu filmde yılmaz güney'in ölümü, sinan'ın filmin sonundaki ruhsal ölümüne de bir referans olacak.

    (-ana karakterinin yıkılan hayallerini ve çıkışsızlığını işlemesi bakımından, ahlat ağacı iki filmi hatırlatıyor. ilki, semih kaplanoğlu'nun süt'ü. ikincisi ise yeşim ustaoğlu'nun araf'ı-)

    sinan ise edebiyat tutkunu bir genç, yer yer romantik, yer yer romantikliğini edebiyat dışında aktaracağı bir kanal bulamadığında varoluşçu. odası kitaplarla dolu, ortalama bir türk insanı için, hele ki küçük burjuva olmayan ve büyük şehirde yaşamayan biri için epey fazla kitaba sahip. küçük bir ilçe ya da kırsal için, sinan'ın karakteristiği birbirine oturmayan tencere ile kapak gibi. elbette bunalıyor burada, bunu da telefonda çevik kuvvet arkadaşıyla konuşurken söylüyor. burada ise ilginç bir detay söz konusu. ataması yapılmadığı için öğretmen olamayan arkadaşı, keyfine sosyalist dövdüğünü anlatıyor sinan'a. sonra ironik şekilde gülerek şunu söylüyor; "bu hayat hiç adaletli değil kanki". çocuk eğitecek bir insan, içine girdiği ortam sonucu protestocu döven birine dönüşebiliyor. buradan anlamamız gereken şey şu olabilir belki, marx'ın da dediği üzere, insan doğası denen bir şey yoktur, insan toplumsal ilişkilerin bir sonucudur. anımsadığımız bir diğer ayrıntı ise elbette zimbardo deneyi olabilir. fakat bana kalırsa rejisör ceylan'ın vurgulamak istediği biraz da eldeki malzemenin kalitesizliği. yani çocuğa harf öğretecek adam da, vatandaşa şiddet uygulayacak adam da aynı adam. bir bardağın içinde çalkalanıyoruz.

    sinan kitabını yayımlatmak için belediye başkanı'na gidiyor. bu kısımlardaki diyaloglar çok gerçekçi yazılmış. başkan önce sinan'ı uzun uzun dinleyip, makamının prestijini pekiştiriyor. sonraysa ilk başta diyeceği şeyi en sonda söylüyor, sinan'ı çok kitap okuyan bir tanıdığına yönlendiriyor, buradan sana ekmek çıkmaz diyor. sinan uzun bir yolculuk sonunda bu tanıdığa gittiğinde, içerdeki işçi, adamın pts geleceğini söylüyor. çehov tarzı tıkanmalar, kafayı betona çarpmalar, ana karakter için hikayenin içinde ince ince örülüyor. ikinci gidişindeyse bu adamın kitaplığını görüyoruz, yarısı ansiklopedi, kalanlar da on-on beş adet popüler kitap; şu çılgın türkler, olasılıksız, nutuk. bu kısımlarda acı verici olan nokta, sinan'ın kendinden düşük kapasiteli insanlara muhtaç olması. çıkıp açık açık böyle böyle diyebilecekken, gerek başkanın gerekse bu inşaatçının karşısında ağam paşam moduna giriyor, adamların anlamadıklarını sezinlediğinden "tanıtım kitabı değil bu arada" deme ihtiyacı hissediyor. ne başkan, ne de inşaatçı için yazılanın ne olduğu mühim değil; ne işe yarayacağı mühim. sinan'ın kitabını duyunca başkan, "bizim de bir işçi şiir kitabı yazmıştı" deyip onu arıyor raflarda, senden çok var dercesine.

    sinan, kuyumcuyla evlenecek hatice'nin adet merasimini izlemeye gidiyor, ağacın altındaki öpücüğün anısı henüz silikleşmemişken. burada hatice'nin sevgilisini görüyor. sonra şahin'e binip beraber göl kenarına gidiyorlar. buradaki kompozisyon iyi seçilmiş, yan oyuncuların oyunculukları da gayet doğal. sinan, hatice'nin sevgilisine uzun bir nutuk atıyor; kaybedişi bir aydınlanma anı gibi görmeliyiz diyor kendi kaybedişini unuturcasına. bunun üzerine ali rıza, sözlerinin arkasında mutluluğunun işaretlerini görebiliyorum gibi bir şey diyor. sinan, belki de öyledir diyor. daha sonra ali rıza, hatice'nin ona yüz vermediği için sinan'ın kendisini kıskandığını söylüyor. sinan, sen öyle san diyerek ağacın altındaki öpücüğü kastediyor ve ikili manzaraya karşı kavga etmeye başlıyor. nietzsche'nin erk istencinin yüzeye çıktığı yer tam olarak burası.

    sinan, kpss için sınava gidecekken parasının olmadığını farkediyor. anne, idris'e, çocuğa para ver diyor. idris'ten de çıkmayınca büyük olasılıkla komşudan borç isteniyor. idris yolda sinan'ın peşine takılıyor ve sinan otobüse binmek üzereyken ondan köfte parası istiyor. bu kısımda, babanın acziyeti daha güzel oynanamazdı. murat cemcir harika iş çıkarmış. tabi, insan filmi izlerken cast seçiminin ne kadar başarılı yapıldığını da bir kez daha anlıyor. cemcir de, demirkol da, köylüyü oynama kapasitesi çok yüksek olan insanlar. sadece oyunculuk bazında değil, fizik olarak da. o kavrukluk, biçimsizlik ahlat ağacının yapısı da hesaba katıldığında cuk oturuyor. fakat cemcir özelinde bakarsak, tekrar söylüyorum, ezik, büzük öğretmen tiplemesi daha iyi oynanamazdı.

    sinan, sınavdan çıktıktan sonra kitapçıya gidiyor. burada yazar süleyman'ı görüyor ve yanına gidip masasına oturuyor. bu sefer, belediye başkanı ve inşaatçıya kıyasla daha açık olarak ne düşünüyorsa söylüyor. ilk başta temkinli duran yazar, sinan konuştukça açılıyor ve muhabbete dahil oluyor. sinan, sempozyuma gelen diğer yazarları kültürel sermayesini parlatmak için gelen sefiller olarak görüyor ve saf sanata inanıyor. bunun üzerine süleyman bozuluyor ve yoğun bir tartışmaya giriyorlar. bu tartışma, onlar köprünün üzerindeyken climax'e varıyor ve yazar patlıyor. sinan'ın sohbetin başındaki tüm iğnelemelerini, yazar bu sefer ona geri gönderiyor ve bu durumu sinan'ın toy bir romantik olmasına bağlıyor. söylemeye gerek yok sanırım, serkan keskin nefis oynamış. kendisi tüm sanat filmlerinin demirbaşıdır genelde fakat bu kadar iyi bir performansı bana kalırsa en son demirkubuz'un yeraltı'sında oynamıştı.

    rüya sahnesinin psikanalizi---------

    sinanla süleyman'ın sohbeti esnasında, sinan bir soru yöneltiyor. bir adamın çok kıymet verdiği bir eşyası var, sana fayda sağlayacak olsa alır mısın diyor. süleyman ise yazar ne yapıp edip yazmalı, gerekirse alırsın şeklinde bir cevap veriyor. bu değerli eşya, filmin sonuna doğru anlıyoruz ki, idris'in köpeği. sinan, süleyman'dan ayrıldıktan sonra balık tutan bir adamın yanında, bir heykele yaslanıyor. heykelin kolunun kırık olduğunu fark ediyor. bunun üzerine geri takmak yerine kolu denize atıyor. sonra yavaşça uzaklaşıyor. arkasına baktığında birilerinin onu kovaladığını görüyor ve gidip truva atı'nın içine saklanıyor. bu rüyayı nasıl yorumlayabiliriz? bana kalırsa şöyle; sinan'ın süleyman'a yönelttiği soru, bilinçaltında köpeği çalmanın hazırlıklarını yaptığının bir emaresi. süleyman'dan uygun cevabı aldıktan sonra, yıkım dürtüleri harekete geçiyor. heykelin kolunu denize atıyor ki, bu suç işlemenin bir sembolü. daha sonraysa gidip truva atının içine saklanıyor. düşmanın çanakkaleye soktuğu atın içine saklanması ise, inşaatçı tarafından yeterince milliyetçi olmamakla suçlanmasına delalet ediyor. şehitleri değil de, sokaktaki deli adamın hikayesini yazan sinan'ın biliçaltı suçluluk duygularıyla dolu. bu yüzden atın içine saklanıyor. atın içinde bulunması, hainlikle suçlanması demek.
    rüya sahnesinin psikanalizi---------

    finale gelirken sinan'ın sattığı köpeğin denize doğru koştuğunu ve kendini denize attığını görüyoruz. sinan'ın suçlarının kefaretini bir bakıma köpek kendini feda ederek ödüyor. böylece sinan'ın bilinçaltı kendini arındırmaya, suçtan kurtulmaya çalışıyor.

    sinan, babasını ip bağlı ağacın altında buluyor. ilk başta intihar ettiğini sanarak tereddütle uzaklaşıyor. fakat yanına gittiğinde, idris'in vücudunu karıncaların sardığını görüyor. uyuyakalmış olan idris uyanıyor ve sinan'ı kayıp üç yüz lira meselesi ile ilgili dürtüklüyor. ilerleyen bir sahnede ise, yüzü karınca ile dolu saçları ağarmış bir bebek görüyoruz. bu bebek aslında idris'in içindeki çocuğu temsil ediyor, karıncalar ise ölümü. üzerinde karıncalar gezen bir bebek, ölüme doğmayı, diğer bir deyişle kır kültürünün içinde yok olmayı, yaşayamamayı sembolize ediyor. tam da bu yüzden, ilerleyen sahneler "din" ve "kader" temaları üzerine şekilleniyor.

    şunu net olarak belirtmem lazım. rejisör ceylan, din temasını eklektik olarak filmin içine sıkıştırmıyor. aksine film adım adım açılıyor, ve kır adamı zorunlu olarak kaderin gerçekliğiyle yüzleşmek zorunda kalıyor. yazar süleyman'la romantisizm-gerçekçilik tartışması yapan, kpss'den umduğunu bulamayan, kitabı beklediği gibi satmayan sinan; hafta içi ders veren, haftasonunu köyde geçiren babası gibi olmamak için sonuna kadar dirense de, en sonunda kırın hükümranlığı altında boğulmaya başlıyor. bu noktada ise aşk, edebiyat, devlet temalarından sonra din temasıyla zorunlu olarak buluşuyor ve daldan elma aşıran imamların özelinde, varoluşu bu sefer din üzerinden tartışmaya başlıyor. şairin de dediği gibi, tüm hayaller yitip gittiğinde, geriye kalan tek güç tanrıya boyun eğmektir;

    gitmek birlikte kiliseye
    ve hep birlikte dua etmek
    eğerken hepsi rabbine baş,
    her dede. her bebe. her arkadaş
    her güzel kız, her genç erkek” *

    askerlikten döndükten sonra, sinan babasıyla köy yerine gidiyor ve daha önce el sürmeye tenezzül etmediği balyaları taşımayı teklif ediyor babasına. burada iki plan görüyoruz, ilkinde sinan kuyunun içinde asılmış vaziyette. ikincisinde ise kuyunun içinde kazma kürek çalışıyor. yüzü karıncalarla dolu bebeğin, babanın ruhunun ölümünü temsil etmesi gibi, bu iki plan da sinan'ın ruhunun ölümünü temsil ediyor. sinan, kazmayı toprağa vurduğu vakit, babasıyla olan mücadelesini sonlandırıyor ve artık onun kaderini devralıyor. babanın kaderiyle oğulun kaderi birleşiyor ve tikel, genel içinde eriyor.

    rejisör** ceylan'ın otobiyografik yönü kuvvetli filmler çektiğini düşünürsek, kış uykusu, rejisörün olgunluğunun zirvesiydi. bu filmle hem altın palmiye'yi aldı, hem de yeteneklerini son kertede kullandı. elbette zirveyi gördükten sonra yapılacak şey gençliğe geri dönüştü. ahlat ağacı ile beraber, ceylan gençlik nevrozlarını deşmeye yöneldi. anne asuman ile sinan odada otururlarken, asuman kitaba bakıp şöyle diyordu; senin bir şeyler başaracağını biliyordum, sana deli dediler, kötü şeyler söylediler ama ben hep sana inandım. kış uykusu, aydın-nihal çatışmasında nuri-ebru çatışmasının bilinçaltı izleklerini tartışan bir filmdiyse, ahlat ağacı da rejisör ceylan'ın gençlik yıllarına döndüğü ve kendisini yalnızlığa mahkum edenlerden hesap sorduğu bir film. bu hesabın mükellefi ise tüm bir toplum. şayet öngörümde yanılmıyorsam, bu aşamadan sonra ceylan'dan, çocukluğuna döndüğü bir film izleyebiliriz. bu film belki zerkalo'daki gibi ruhunun tüm çocuksu-şiirsel tarafını yeniden uyandırabilir. zira plan tamamlandı ve hesap soruldu, ahlat ağacı ile artık bir alacak-verecek davası kalmadı. otobiyografik filmografinin istikameti, artık çocukluğa geri dönmeli. zedelenmemiş, ve mutlu çocukluğa.

    *coleridge/yaşlı gemici
    **rejisör: yılmaz güney'e gönderme
  • nuri bilge ceylan senaryo ve film hakkında ons dergi için bir yazı yazmış. yazı kendi sitesinde de yer alıyor. ancak silinme ihtimaline karşı buraya ekliyorum. bu yazıyı okuyunca benim için filmin kalitesi daha da arttı.

    "2015’in temmuz ayı. assos’taki yazlığımızda tembellik ediyoruz. bayram geldi, sahiller aşırı kalabalıklaştı. birkaç saatlik mesafede bir kasaba var. çocukluğumun en güzel yıllarını geçirdiğim yer. eski tadı ve güzelliği kalmamış olsa da havası hâlâ temiz, çam ormanları arasında. hadi dedik, oraları dolaşıp gelelim. çoluk çocuk cümbür cemaat çıktık yola. kasabanın çevresindeki köylerde dolaşırken bazı akrabaların yaşadığı bir köye de düştü yolumuz.

    bir akrabamla evli bir öğretmen var. enteresan kişiliği ve ezber bozan düşünceleri olan, muhabbetini pek sevdiğim, köylülerin “hoca” diye hitap ettiği bir ilkokul öğretmeni. ona rastladık burada. yeni emekli olmuş ve köyüne geri dönüp buraya yerleşmiş. babasına ait çorak bir tarlada, uzun süredir hayalini kurduğu, ufak tefek hayvancılık işleriyle uğraşıyormuş. hoca’nın babasıyla geçinemediğini bilmeyen yok. o nedenle biraz şaşırdığımı belli etmiş olmalıyım ki babasının iflah olmaz geçimsizliğine vurgu yapıp kendini aklamaya çalıştı: “bi ağbim var. dünya sakinlik yarışması yapılsa kesin dereceye girer. onu bile kovdu adam geçenlerde.” bayram nedeniyle akrabaların evi kalabalıktı. yemek sonrası hoca ile bahçeye çıkıp kütüklerin üzerine oturduk. artık anlattığı şeyler mi, yoksa onları anlatırken takındığı yüz ifadesi mi ya da içine düştüğü en kötü durumları bile anlatırken ısrarla gülümsemesi mi, bilmiyorum, insanda bir tür suçluluk duygusu uyandıran bir şeyler vardı hoca’nın konuşmasında. on-onbeş koyundan ibaret dünyasında o kadar mutluydu ve bunu o kadar tuhaf detaylarla süsleyerek ifade ediyordu ki belki bu kadar çok şeye sahip olmamıza rağmen içimizdeki melankoliyi söküp atamadığımız için kendimize kızmak zorunda kalıyorduk. güneş biraz yatınca hoca, yeni doğan kuzularını göstermek için bizi tarlaya götürmek istedi. ebru, çocuklar, bir iki başka akraba, hep birlikte yola koyulduk. koyunlar, kuzular, çeşmeler, dereler, meşe ağaçları, kavak hışırtıları gibi bin bir çeşit harika detayla dolu güzel bir gün oldu. çocuklar da çok eğlendiler. kuzuları kucaklarına alıp sevdiler, hayatlarında belki ilk kez dalından koparıp armut ve böğürtlen yediler, tosbağa görüp eşeğe bindiler. yalnız dikkatimi çeken bir şey vardı. kuzuların güzelliğinden, çayırların renginden, toprağın kokusundan müthiş bir yaşama tutkusuyla bahseden bu adam konuşmaya başladığında, biz ne kadar ilgiyle dinliyorsak, diğer, köyde yaşayanlar sanki keyifleri kaçmış gibi, adeta utanıyorlar gibi hemen önlerine bakmaya başlıyorlardı. sanki bir tür gizli protesto var gibiydi. ama hoca bu tavırlara pek aldırıyor gibi görünmüyordu. o hiç hız kesmeden coşkuyla anlatmaya devam ediyor, gerekirse kendi anlattıklarına kendi gülüyor, uzun uzun kuzulardan, çimenlerin renginden ve toprağın kokusundan bahsetmeye devam ediyordu.

    assos’a geri dönerken ebru’yla, çevresindekilerin hoca’ya karşı bu tutumları hakkında biraz konuştuk. ben bu durumu babamdan da bildiğim için, köylülerin bu gibi konuları boş, gereksiz, çocukça ve anlamsız buluyor olmasına bağlıyordum. bu topraklarda farklılığı ya da özgünlüğü ödüllendiren hiçbir mekanizma yoktur. hele de biri, kendisi için başat ama toplumsal şablonda onay görmesi mümkün görünmeyen bir farklılığı olduğunu hissediyorsa, istem gücü ahlaki açıdan da yıpranmak durumunda kalır. giderek yabancılaşmak durumunda kaldığı yaşantısının ortaya çıkardığı çelişkilere bir anlam vermekte zorlanır. bu çelişkileri yaratıcı formlara dökmenin yetersizliğiyle, onları reddetmenin olanaksızlığı arasında bocalamaya başlar. bu farklılığı genelde saklanması gereken bir suç, bir hastalık gibi duyumsar ve bir hörgüç gibi hayatı boyunca sırtında taşımak durumunda kalır. ancak kendisini kayıtsız şartsız dayatan bu realite, çoğu zaman kılık değiştirerek, birtakım tuhaf, absürt fırtlamalarla kendini göstermeden de edemez.

    yol boyunca ebru ile konuştukça içimize oturan duygular, bize buralardan bir film yapılabileceğini düşündürmeye başladı. o noktada aklımıza, hoca’nın kendisi gibi öğretmen olan ama bir kaç yıldır sınavı kazanıp atanamadığı için çanakkale’de yerel bir gazetede çalıştığını duyduğumuz, oğlu akın geldi. ona uğrayıp bu konularda konuşmanın iyi olabileceğini düşündük. bir hafta sonra, temmuz sonunda bir pazar günü, akın’ı aradım ve assos’a bir saatlik mesafede bulunan çanakkale’ye gidip onunla görüştüm. akın ile deniz kenarındaki büyük salaş çay bahçelerinden birine oturup uzun uzun konuştuk. ona özetle babasıyla babam arasındaki benzerliklerden, onların değerli ama yine de trajik bulduğum yalnızlıklarından, aslında şu anda başka bir senaryo üzerine çalıştığımızdan ama belki onun ardından bu konuda bir film yapmak isteyebileceğimden falan bahsettim. zaman kaybetmemek için ben diğer filmle uğraşırken, bana bu konuda kendi anılarından, çocukluğundan, babasıyla ilgili hatırladıklarından bir şeyler yazmasını, bir araştırma yapmasını istedim. tabii bunları söylerken akın’ın yazmaya meraklı olduğunu, bir iki kitabı olduğunu da biliyordum. hatta bu kitaplardan birini yıllar önce köye uğradığımda annesi bana vermişti. ama doğrusu okumamıştım. akın’la da çeşitli defalar köyde ve hatta istanbul’da bir araya gelmiş olsak da fazla bir muhabbetimiz olmamıştı. kapalı ve mesafeli bir gençti. biz babasıyla konuşurken muhabbete pek dâhil olmazdı. ama şimdi çanakkale’de, bu çay bahçesinde konuşurken, onun ne kadar birikimli ve donanımlı biri olduğunu görerek şaşırdım. çok okumuştu bir kere. hangi kitaptan bahsetsem biliyordu. otuz yaşındaki bir gençten beklenmeyecek kadar çok okumuştu. ayrıca bir yandan kendi bağımsızlığının peşinde koşarken, bir yandan da yaşadığı yerde neredeyse hiç kimsenin ilgi duymayacağı bir işle, “edebiyatla” ilgileniyordu. o da bir başka “yalnız”dı yani.

    babasının dünyasında ilgimizi çeken nevrotik varoluş, bir başka şekliyle yine karşımızdaydı. bu da yapmak isteyebileceğimiz film için görüngüyü ancak zenginleştirebilirdi. aylar geçti. istanbul’a döndük. biz ebru ile öteki senaryo üzerine çalışmaya devam ediyorduk. zaten akın’dan da bir ses çıkmadığı için ben o konuyu unutmuş gitmiştim. derken ekim başlarında galiba, posta kutuma akın’dan bir mail düştü. seksen sayfalık uzun bir metin göndermişti. metin kendisini o kadar kolay okutuyordu ki bir solukta okudum. ve çok beğendim. akın, çocukluğundan başlayarak bu günlere kadar babasıyla ilişkisini merkeze aldığı ama kendi hayatından bölümlere de yer verdiği, bence müthiş bir metin kaleme almıştı. hele bazı bölümlere o kadar yakın hissettim ki içimde bir anda, çalışmakta olduğumuz senaryodan vazgeçip bu konu üzerinde çalışmaya başlama isteği doğdu. metni hemen ebru’ya da okuttum. o da çok beğendi. metin şaşırtıcı biçimde dürüst ve itirafkâr bir şekilde kaleme alınmıştı. anlatıcı hiçbir şekilde kendini korumuyor, kahramanlaştırmıyor, en aciz, an aşağılık duygularını, başkalarının ucunu bile göstermeye cesaret edemeyeceği en acımasız gerçekleri peynir ekmek gibi ortaya döküyordu. kendine karşı bu acımasız gerçekçi bakış, birtakım gereksiz zaman alıcı ön aşamaları atlayıp, meseleleri çok daha ileri bir noktadan konuşmaya başlayabilme şansı veriyordu. metin, akın’ın, çanakkale’de konuşurken verdiğim “brief”i, böyle bir film yapmak istemem konusundaki niyetlerimi –o sırada fazla belli etmese de– çok iyi anladığını kanıtlıyor, hatta ona meydan okuyan ve ummadığım derecede onu ileri taşıyan bir gözüpeklik içeriyordu.

    akın’ı arayıp istanbul’a çağırmaya ve senaryo konusunda birlikte çalışabilir miyiz, diye bir denemeye karar verdik. akın geldi. bir ay boyunca her gün, hiç aksatmadan, akın, ebru ve ben, benim ofiste bir araya gelip uzun uzun konuştuk ve çalıştık. akın’ın yazdıklarından da faydalanarak yepyeni bir çatı çıkarmaya çalıştık. tabii akın’ın yazdıkları çocukluktan gençliğe çok uzun bir zaman dilimine yayılıyordu. biz daha çok şimdiki zamanda geçen bir çatı oluşturmaya yöneldik. ayrıca akın’ın yazdıklarının da etkisiyle başlangıçta varolan baba karakterini merkeze alma düşüncesi, giderek genci, yani oğlunu merkeze kaydırma düşüncesine doğru evrildi. baba karakterini daha çok oğluyla ilişkisi çerçevesinde ele almak, önem verdiğimiz özelliklerini bu çarpışma üzerinden hissettirmeye karar verdik. bir ayda üzerine çalışabileceğimiz kaba bir çatı çıkardıktan sonra sekiz dokuz ay, daha çok mailler aracılığıyla çalışmaya devam ettik. çekime girilen senaryo bu şekilde ortaya çıktı ama tabii çekimde de, kurguda da hiç sonlanmadı, hep daha iyi bir denge arayışı uğruna devam etti durdu. bu arada akın’ın kitaplarını da okudum. henüz yirmi üç yaşında, çanakkale’de bir üniversite öğrencisiyken yazılan bu kitaplar beni gerçekten şaşırttı. içinde çok sevdiğim öyküler oldu. filmin ismine de ilham veren “ahlat’ın yalnızlığı” adlı öykü de bunlardan bir tanesiydi. bu öykü- deki birçok betimlemeyi filmin “prolog”u olarak düşündüğümüz, babanın gençliğine dair bir köy okulu sahnesinde de kullanmıştık ama ne yazık ki bu sahneyi kurguda çıkarmak durumunda kaldım. kitap, konumuzla ilgili bir çok detay içerdiği için, buradan senaryoya bir çok ayrıntı ya da parça ekledik. belki çoğu, prolog sahnesi gibi, daha organik bir yapı uğruna kurgu sırasında dışarıda kalmış olsalar da, yine de kitaptan filme giren yerler hâlâ mevcut. sonuçta hızımızı alamayıp o kadar çok yazmışız ki ortaya çıkan senaryo kış uykusu’ndan bile çok daha uzun oldu. öykünün eğip bükmeye uygun esnek yapısı nedeniyle, yine de bunları çekmek ve bol malzemeyle kurguya girip, nihai yapıyı kurguda şekillendirmek istedim. bu nedenle çektiğimiz bir çok sahne ve bazı karakterler, maalesef filme giremedi. belli bir denge ya da ancak kurguda karar verilirse daha iyi olacağına inandığım belli bir uyum uğruna kendilerini feda etmek durumunda kaldılar. umarım hayırlı bir iş için feda edilmişlerdir. "

    3 mayıs 2018
  • koronavirüs belası yüzünden eve kapanmamdan mütevellit, 6 saatlik kamera arkasını izledim ve şunu rahatlıkla söyleyebilirim; 6 saatin yarısında nuri bilge ceylan'ın aydın doğu demirkol'a oyunculuk öğrettiğini görüyoruz. adam, kaya parçasından heykel çıkaran heykeltıraş gibi doğu'dan oyuncu çıkarmış. örneklerle açıklamak gerekirse;

    doğu'yu ezber konusunda eleştirirken
    doğu'ya köpekten kaçmaması gerektiğini anlatırken
    doğu'ya nasıl yürümesi gerektiğini öğretirken
    doğu'ya ne yapması gerektiğini uygulamalı olarak gösterirken
    doğu'ya değişik bir yol bulmasını söylerken
    doğu'nun ağzına sıçarken

    tüm bunlara rağmen içten içe doğu'dan beklediği performansı alamadığını düşünüyorum ki doğu "olmuyo ama ya!" diyerek isyan da etmiş*.

    diğer filmlerinin kamera arkalarında olduğu gibi bu filmin kamera arkası da yönetmen ve oyuncu adayları için bir okul niteliğinde. şahsen bu tip deneyimlerin, herhangi bir üniversitenin sinema bölümünde öğretilenlerden çok daha faydalı olduğunu düşünüyorum.

    bu arada filmden çıkarılan bazı sahnelere de yer verilmiş ve o sahnelerin olmamasına üzülmedim değil. özellikle polis sahnesi ve okul bahçesi sahnesi çok güzeldi.

    bunlar da gözüme çarpan diğer anlar:

    cam yansımasında nuri bilge ceylan ve akın aksu
    bölge esnafının nuri bilge ceylan ve oyuncular tarafından siklenmemesi
    nuri bilge ceylan'ın diyaloglara verdiği önem
    nuri bilge ceylan'ın düşündüren tespitleri
    görgüsüz bir kadının set ortasında fotoğraf çektirmesi

    kamera arkasında bunlardan çok daha fazlası var tabi. vakti olanların izlemesini öneririm ki şu aralar vakitten bol ne var?
  • sinan'ın yaşadıkları sadece taşra boğuntusu ekseninde yorumlanmamalı bana kalırsa. onun yaşadıkları evrensel aslında ve sadece anadolu'ya özgü de değil.

    kitap çıkarmak için uğraşması birey olmak kaygısı ile ilgili. aynılığın sıkıcı döngüsünü kırmaya gayret ediyor. babası veya ona benzeyen dedesi gibi değil de kendisi olmak istiyor. ama geldiği nokta maalesef üzücü çünkü babasına benzeyerek o da döngüye dahil oluyor. başta aşmak istediği kültürün ve yaşam biçiminin kıskacı altına giriyor.

    kuyu bu yönüyle çok yerinde bir metafor. orada hapsolan yalnız ve çaresiz karakterlerin zihin dünyasını da anlamaya yarıyor çünkü. su çıkmayacağı belli olan bir kuyuyu boşuna kazıyorlar. bu, türkiye'nin bir türlü ilerleyemediği, boşuna zaman kaybettiği fikriyle de birlikte düşünülebilir belki.

    teknik detayı anlatmaya gerek yok. çok çok muhteşem bir film. kameranın sürekli hareket etmesi beni çok etkiledi. mesela denize atlayan köpeği takip eden kamera. truva atı sahnesi çok etkileyici. kar sahneleri muazzam. dört dörtlük bir film.
  • --------spoiler----------

    sinan'ın babası en iyi arkadaşı olan köpeğe "emeklilik sonrası senle çok vakit geçiricez" anlamında bişey söyler.

    emeklilik sonrası, idris'in en iyi arkadaşı köpeğin satış parasıyla basılan sinan'ın kitabı olur.

    --------spoiler----------
  • geçen hafta bu filmdeki bazı mekanları buldum ve filmdeki sahnelerle karşılaştırdım ki daha önce şurayı bulmuştum. olabildiğince aynı açıları yakalamaya çalışsam da bir tarafta red weapon ve lensleri, diğer tarafta iphone se olduğu için yüzde yüz uyuşmuyor tabii ki.

    filmdeki ağaç: https://streamable.com/9qhwgq
    ağacın bugünkü hali: https://streamable.com/icwk3j

    filmdeki tarla: https://streamable.com/o69y9x
    tarlanın bugünkü hali: https://streamable.com/5lwkco

    filmdeki kahve: https://streamable.com/il8ebo
    kahvenin bugünkü hali: https://streamable.com/4zkoou

    filmdeki kavşak: https://streamable.com/65d22z
    kavşağın bugünkü hali: https://streamable.com/7fqeay

    filmdeki yol: https://streamable.com/fh0oz7
    yolun bugünkü hali: https://streamable.com/qye1ud

    birkaç tane de fotoğraf bırakıyorum;

    https://i.hizliresim.com/w1e0aa.jpg
    https://i.hizliresim.com/cfxfhv.jpg
    https://i.hizliresim.com/uysetr.jpg
    https://i.hizliresim.com/6e7q66.jpg

    sinan ve idris'in üzerine oturduğu tahta: https://i.hizliresim.com/nsttes.png
    tahtanın bugünkü hali: https://i.hizliresim.com/acs4fw.jpg

    kuyuyu da buldum ancak üstü kapatılmıştı. tek başıma açmaya çalışsam da içine düşmekten korktuğum için fazla uğraşmadım çünkü sınırları net bir şekilde belli olmuyordu. kuyuya dair iz bile bırakılmamış. kuyunun yeri filmde şöyle görünürken bugün şu durumda.

    bu arada ağaca bağlanan ip hala duruyor. asılıp filmdeki pozisyonuna getirmeye çalışsam da sıkıca bağlandığı için sökülmedi ne yazık ki. hatta asılırken daldan birkaç parça koptu. onları da hatıra olarak yanıma aldım. yeri gelmişken ağaç baya kurumuş ve dokunduğunuz parçası elinizde kalıyor.

    son olarak afişle bugünü karşılaştırdığım iki fotoğraf:

    afiş: https://i.hizliresim.com/arhq3p.jpg
    bugün: https://i.hizliresim.com/rrarnj.jpg
    bonus: https://i.hizliresim.com/xedtox.png (ben oradayken ağacın yanından geçen çoban, köpeği ve sürüsü)

    dipnot: mekanları bulmam konusunda yardımcı olan bugraa nick'li yazara teşekkürler.
  • şu filmi beraber izleyecek bir arkadaşım yok.infinity war olunca hepsi geliyor pezevenklerin.
hesabın var mı? giriş yap