hesabın var mı? giriş yap

  • şu muameleden sorumlu olan subayından uzman çavuşuna kadar olan o bölükteki komutanlardır bence. disiplini kolayca tesis etmek için devreciliğe müsade ederler , bir nevi sorumlu olduğu bölükte kendi işleri de hafifler.
    o sırada nöbetçi komutan ya azar'da takılıyordur ya okey oynuyordur. diğer alt devre de masasına çay getiriyordur.
    vatani görev diye gittiğin yerde ; gerçek hayatta selam vermeyeceğin böyle karaktersiz , cahil cühela tipler üst devrelerin olur . şaşmaz.

  • ilhan berk $iiri:

    ne zaman seni dü$ünsem
    bir ceylan su içmeye iner
    çayirlari büyürken görürüm

    her ak$am seninle
    ye$il bir zeytin tanesi
    bir parça mavi deniz
    alir beni

    seni dü$ündükçe
    gül dikiyorum elimin degdigi yere
    atlara su veriyorum
    daha bir seviyorum daglari

  • dogma 95 hareketinin kurucularından biri olan thomas vinterberg'in en son filmidir.
    başrolünde oynayan mads mikkelsen ile 2012 yapımı jagten filminden bu yana ikinci defa bir araya gelen ikili, yine harika bir iş çıkarmış ki, oscar, bafta, golder globes, cannes, toronto gibi büyük, küçük bir çok festivalde 52 defa aday gösterildi ve seçkiye girdi.

    --- spoiler alert ---
    buradan sonra yazılanlar ciddi oranda spoiler içerektir.
    --- spoiler alert ---

    film temelde, belli bir seviyeyi aşmayan alkol tüketiminin dünyayı daha iyi algılamamızı ve aslında alkolün belli oranda gerekli bir şey olduğunun teorisini kendileri üzerinde deneyen bir grup lise öğretmeninin hikayesini anlatıyor.

    bir grup lise öğretmeninin öğrencilerle ilişkilerini, hayata dair boşluklarını ve genel depresif ruh halini bize tanıtarak başlayan film, orta sınıfın içinde sıkışıp kaldığı 'evden işe, işten eve' psikolojisini çok güzel hissettiriyor. yetmezmiş gibi karakterimizin ailesi ile iletişimsizliği ve gitgide yalnızlaşması izleyiciyi daha da büyük bir depresyona sürüklüyor.

    bu dört arkadaş, aralarından birinin* doğumgünü sebebi ile buluşup biraz eğlenmek istiyorlar, tam bu noktada ikinci aks ve kırılma yaşanmaya başlanıyor. yemeğin başlangıcında protagonist karakterimiz martin'in, bir çeşit orta yaş bunalımı ya da bir varoluş bulantısına girmiş son derece net hissediyoruz. hayatın ortasında sıkışmış, sıkıcı bir insan olmuş, keyif alamaz olmuş ve hissizleşmiş bir tavır ile seyirciyi olacaklara hazırlıyor.

    yemek devam ederken nikolaj, norveçli psikiyatrist finn skårderud’den ve onun teorisinden bahsediyor. bu teoriye göre, insanın vücudundaki alkol oranının düşük olduğunu ve bu oranın az üstünde alınacak promilde alkolün, bireyin daha yaratıcı ve keyif alabilir olacağından bahsediyor.

    bu teoriden ilham alan dört öğretmen, gün içinde az oranda alkol tüketip sonuçlarını gözlemlemek ve bunu hakkında bir rapor tutup, bir çeşit psiko-sosyolojik deney yapmaya karar veriyor. resmen bilimsel bir deney olma yolunda emin adımlarla yürüyen bu dört arkadaşın, beklenen şekilde bütün hayatları düzelmeye meyilleniyor. çünkü, alkolün rahatlatıcı ve sakinleştirici etkisi hızlıca kendini hissettiyor. öğretmenlerin çevresindeki insanlarla, eşleriyle, öğrencileriyle kurduğu iletişimin pozitif olarak değişmesi ile bu aniden değişimi gözlemleyebiliyoruz.

    bu noktadan sonra, yaptıkları deneyi biraz daha ileri safhaya taşımaya karar veren dört öğretmen, promil seviyesini arttırmaya karar veriyor. yönetmen filmin trajikomik faslının resmen başladığını izleyiciyi biraz gülümseterek ama bazen de gerginlik vererek ispat ediyor. öğretmenlerin alkol etkisiyle fazlaca neşeli olması, bir tatlı çakırkeyflik halleri güldürürken, tamamen yasadışı şekilde okul içinde gündüz vakti alkol tüketmeleri ve sürekli yakalanmaya ramak kalmaları izleyiciyi fazlaca geriyor.

    fakat deneyin üçüncü safhasına geçtiklerinde hikayelerinin trajediye doğru sürükleneceğini hissetsek de, engellenemez şekilde olaylar gerçekleşiyor. üçüncü ve son aşamada alkolün doruk noktasına ulaşarak bilincin kaybolması ve kontrolü tamamen bırakmak fikri yer alıyor. buna önce çekimser kalsa da, martin dionysos’un yoluna saparak, belki 'ne olacaksa olsun' düşüncesi ile belki de bir çeşit bağımlılık hali ile yeni bir boyuta geçiyor.

    varoluşçuların hayatı anlama üzerinde metotlarını ve söylemlerini yoğun olarak gördüğümüz filmde, yönetmen, varoluşçuk felsefesinin ilklerinden kierkegaard'a atıfta bulunmayı ihmal etmiyor. elbette bu tesadüfen yapılan atıf değil. kierkegaard'ın hareket etmenin ve sabit kalmamanın faziletleri üzerine söyledikleri ve kaygı, korku, endişe gibi kavramların hareket için en önemli tetikleyiciler olduğunu filmin dört kahramanı ve protagonist karakterimizin yolculuğunda açıkça görebiliyoruz. yürüyüş her zaman bir yere varmak için yapılmaz, bazen de varolmak için yürürüz. hareket ettiğimizce varoluruz.

    filmde kullanılan ikilemler, varoluşçuların çokça ilgilendiği bazı harika ikilemlerin yansıması olarak karşımıza çıkıyor. düzenli,sıkıcı bir hayat ve heyecan dolu, dengesiz bir hayat, apollon ve dionysos, risk ve garanticilik, kaygı ve koyvermişlik, kusursuzluk ve olduğu gibi kabullenme benzeri ikilemler, seyircinin gözü önünde inceleniyor. hangisinin daha doğru olduğu, yine vinterberg sineması şanına yakışır şekilde seyirciye bırakılıyor.

    finalde, artık kendini gerçekleştirmiş, hem ailevi hem profesyonel olarak istediği düzeye tekrar gelebilmiş bir martin görüyoruz. dionysos'un tarafına geçtiği için artık 'kusursuz' davranışlarda bulunmasına gerek kalmamış olsa gerek ki, filmin başından beri merak ettiğimiz caz baleti performansını nihayet filmin son anında görebiliyoruz. martin'in aslında hüzünlü olması gereken bir gündeyken, what a life? şarkısı eşliğinde umarsızca dans edişi ile varolmanın hafifliğini hissediyoruz ve kierkegaard'a bir kez daha hak veriyoruz.

    'kaygı, özgürlüğün baş dönmesidir'

  • sevdiğim bir program değildir güldür güldür ama bu skeçte gaziler ile alay edilmiyor, tam tersi gazilere saygısızlık yapan kişiyi yeriyor.. olum okuduğunu anlamıyor millet tamam da izlediğini de anlamıyor amk..

    lanet gelsin bana güldür güldür savundurttunuz yahu.

  • hangi ekonomik verilere baktığınız ile ilgili değişebilecek görüş.
    http://www.ft.com/…54ac-11e6-befd-2fc0c26b3c60.html
    türkiye'nin 2. büyük yatırım firması olan ak yatırım'ın başındaki mert ulker, müşterisi olan yatırımcılarına özel yayınladığı raporda olumsuz görüş belirttiği için lisansı elinden alındı.
    böyle bir ortamda türk ekonomisi için herhangi bir türk ekonomistinin objektif bir biçimde olumsuz görüş bildirmesi, işten atılma, hapse girme gibi sonuçları olabileceğinden mümkün değil.
    o yüzden şaka maka, herkes titanik batarken keman çalan müzisyenlere dönmüş vaziyette.

    not: financial times'ın sayfasını bir kısım arkadaş açamamış. buradan okuyabilirsiniz.

    debe sonrası edit: financial times'a "sen kimsin ya!?" diyen arkadaşlar olabilir. sadece 4 milyon okuyucusu vardır. ama bu 4 milyon okuyucu ile, tüm dünyadaki profesyonel yatırımcı ve bankacıların %36'sına ulaşır.

    yani demem o ki, bina ve arsa almaktan başka birşey bilmeyen arap yatırımcıyı bir kenara bırakırsak, türkiye'de fabrika kuracak, satış dağıtım zinciri açacak, ve bunu işletecek veya bu bahsedilenleri çoktan yapmış olan yatırımcı bu haberi veya benzerlerini okur. yatırım yapacak olan varsa, yatırım yapmaz. yatırım yapmış olan varsa, yatırımını satıp çıkar.

  • hayatımı değiştiren insan kendisidir. 1991 yılında gitar çalmaya başladım. ilk gitarım beyaz renkli bir kore yapımı fender stratocaster'dı. o yaz gitar dersleri vs derken ilk seneyi geride bıraktım. 1992'nin yazında yine bodrum'a gittim her yaz olduğu gibi. bu sefer yaş 14 olduğu için ailem gece 1'e kadar bodrum'da arkadaşlarımızla dolanmamıza izin vermişti. o zamanlar bodrum başka bir alemdi bir ara anlatırım. tam merkezde, barların olduğu sokakta şimdinin kule bar'ın yanında beyaz ev vardı. işte onun önünden geçerken hayatımda hiç duymadığım kadar güzel bir ses duydum. yanımdaki arkadaşım da neyse ki benim gibi müzik tutkunu bir çocuktu ve beraberce beyaz ev'in kapısından girdik çekingen şekilde. yavuz vokal yapıyor ve gitar çalıyordu, bir arkadaşı da akustik gitar ve back vokallerle ile eşlik ediyordu. o akşam bize içki almamamız şartıyla konseri izlememize izin verdiler.

    bir ay boyunca yavuz'un çaldığı her akşam babamla ya da yalnız beyaz ev'deydim. neler dinliyor, neler çalışıyor, ne ekipman kullanıyor hepsini birinci elden hatmettim. hayatımda içtiğim ilk birayı da yanlış hatırlamıyorsam yavuz ile beraber içmiştik. ben içememiştim gerçi iki yudumdan sonra. *

    istanbul'daki o kış konserlerine yaş sebebiyle giremedim ama ertesi yaz yani 1993'te yine beyaz ev'in gediklisi olmuştuk. hem bu sefer yavuz da ekibi toplamış ve blue blues band ile çalmaya başlamıştı. biz de sadece iki kişi değil 7-8 kişi gidiyor ve resmen ders niteliğinde izliyorduk yavuz'u. keyifler yerindeydi yani.

    1995'te artık kapıda kimlik sorulmadığında istanbul'da da girebilmeye başlamıştım programlarına. piyasa küçük, gitar çalan az olduğu için yavuz ile sohbet etmeye ve görece tenha olan programlarında uygun olduğu zaman barda beraber bira içmeye de başlamıştık. yavuz, çekingen bir genç adamdı ve her çaldığı akşam modunda olmuyordu. bazen grup arkadaşlarıyla kulise geçiyordu programa ara verdiğinde. bazense barda yalnız takılıyordu. kimseyle muhabbet etmek istemediğini iki cümlede anlayabiliyordunuz. benim şansıma ben genelde keyifli zamanlarına denk gelmiştim. hatta bir defasında "yavuz sana bira ısmarlayabilir miyim" dediğimde, "sen niye ısmarlıyorsun ben zaten burada çalıyorum. ben sana ısmarlıyorum" demişti gülerek. 50'lik şişko bardak bir efes istemişti. o akşam, gördüğüm en keyifli yavuz çetin'di. 5-6 yıl sonra aramızdan ayrılacağını bilsem o bardağı saklardım.

    1996 yılında yavuz çok güzel bir amfi almıştı: daha türkiye'ye yeni gelen bir seriden seçmişti amfisini: peavey classic 30. aynı amfinin daha büyük olanı duman'ın gitarcısı batuhan mutlugil'de de var hatta. yanlış hatırlamıyorsam o seriden ülkemize o sene 5 6 adet gelmişti. biri batu'da, birini yavuz almıştı. amfilerden bir tanesini bir caz gitarcısı almıştı adını hatırlayamadığım. bir de aynı serinin farklı bir versiyonu gelmişti delta isimli. onu da bir başka gitarcı almıştı. o delta modeli amfi de piyasada baya bir barda kullanılmıştı. sürekli denk geliyordum. ama batu ve yavuz'un seçtikleri en güzel iki modeldi.

    yavuz bir süre mojo, jazz stop ve jazz bar'da bu sarı peavey classic 30'u kullanmıştı. hatta blue belgeselinin açılışında amfiyi yavuz'un odasında görebilirsiniz. yanlış hatırlamıyorsam 1997'de yavuz fender twin reverb almak için amfiyi satışa çıkartmıştı. ben de o sene bilgi üniversitesi'nde okumaya başlamıştım ve yavuz'un izinden ben de istanbul barlarında çalmaya başlamıştım. bir yandan da pera jazz okulunda gitar bölümüne gidiyordum haftada 2 gün okul çıkışı. ama düzgün bir amfi bulamıyordum zevkime göre.

    tam da o sırada yavuz'un amfisini satacağını duydum. sarı peavey, benim kadıköy'de zamanında stajerlik yaptığım bir gitar dükkanına (şimdinin bira fabrikası olan dükkan) satılığa çıkmıştı. dükkan sahibi benim gitar hocam olduğu ve yavuz'u çok sevdiğimi bildiği için ilk ve sadece beni aramıştı. o dönem ev telefonu vardı bende sadece. şansıma dükkandan aradıklarında evdeydim ve haberi duyar duymaz resmen uçarak dükkana girdim. yavuz ile dükkanda da karşılaştık. selamlaştık. amfiyi almaya geldiğimi söyledim. o da fender twin aldığını o yüzden mecburen sattığını anlattı vs.

    neyse o gün aldığım peavey classic 30 halen daha yanımda ve aktif şekilde kullanıyorum.
    dile kolay 23 sene olmuş amfiyi alalı. uzun yıllar binden fazla işte kullanmışımdır. zamanla yoruldu ve eskidi bu sarı amfi. düğmeleri döküldü. ısparta'da bir konser sırasında voltajdan dolayı tüm devreleri yandı. normalde çöp olması gereken amfiyi iki amfi parası verip restore ettirdim amerika'dan orijinal parçalarını getirterek.

    uzun uzadıya yazdım. ama işim gereği richie kotzen, slash, joe satriani, andy timmons, steve vai vs kim varsa canlı izleyip tanıştım. hem yurt dışı hem yurt içinde vip workshop'lara vs katıldım. dünyadaki en iyilerin arasındaydı yavuz çetin. eğer yaşasaydı ülkemizin tim pierce'ı olacaktı net şekilde.

    benim için yavuz'u en iyi anlatan kayıtlı performansı, deniz arcak'ın bırakın beni şarkısının sonunda doğaçlama çaldığı solosudur. canlı performansı buradaki kayıtta çaldığı gibi inanılmaz akıcı ve muazzam bir dinamik içerirdi yavuz'un.
    şu karantina günlerinde kendisini anmış oldum. son 4 saattir o amfiyle gitar çalıyordum aklıma geldi. huzur içinde uyusun.

  • - "oyunu kime vereceksin" dedi
    + "hırsız vatan haini olmayana" dedim
    - "nedir bu akp düşmanlığınız" dedi
    + halbuki ben isim telafuz etmemiştim.

  • annemdi. babamla olan evliliğinde en iyi şartlarda yaşamış, çok iyi bir geliri olan ama kumar tutkusu nedeniyle eve uğramayan kocası yüzünden bir dönem kuru ekmeği ıslatarak yemiş, kocasının iyi kazancına rağmen borç yüzünden elektrikleri kesik evde oturmuş, sonrasında üzerine yapılan evleri boşanırken geri vermiş, rulet ve poker masalarında bir servet bırakan, iflas eden bir kocadan sonra 3 genç kızla tek odada oturmuş, kilidi bile olmayan kapıyı iple bağlamış, geceleri korkuyla sabahlamış ve yoksulluğun dibine vurmuş bir kadın.

    lüksünü bir tarafa bırak, ihtiyaçlarını bile göz ardı ederek, çocuklarını okutmak için didinmiş, bir an önce kurtulmak için boşanırken nafaka bile istemeyecek kadar canından bezmiş, bir zamanlar yaşadığı ihtişamda gözü kalmamış, arkasına bakmamış, ikinci evliliğinde de gülmemiş, paraya pula, takılara, güzel kıyafetlere önem vermemiş, durumu iyiyken bile azıcık bir bükmeyle eğrilebilen çatallar kullanmış, gösterişi hiç sevmemiş, kitap okuyup bulmaca çözmek en büyük zevki olmuş, dedikodulardan, insanlardan uzak durmuş, evli çocuklarının yüklerini bile üzerinden atmamış, daima bir kale olmuş ve 10 yıl savaştığı kansere rağmen gülebilmiş ve kimseyi üzmeden, kimseye ağlamadan, yüzündeki hiç değişmeyen vakur ifadeyle hayata veda etmiş güzel kadın.

  • başlığın tam hali "anne ve babanın 23 gün boyunca nusaybin'de sokağa çıkamaması" şeklinde olacaktı ama malum karakter sınırı.

    öncelikle, başlığı nasıl bir şekilde açacağımı bilemedim. anlam karmaşası yaratmış olabilirim. bunun için herkesten özür dilerim.

    umarım kimsenin anlamak zorunda kalmayacağı bir durum olarak kalır. umarım bunu anlamak zorunda kalmazsınız. umarım bu acıyı yaşamazsınız.

    23 koca gün!

    mardin valiliği tarafından nusaybin’de uygulanan sokağa çıkma yasağı 23. gününe girdi. bu süre zarfında anne ve babam evden çıkamadı. 23 gündür her allah'ın günü arayıp iyi olup olmadıklarını öğrenmeye çalışmaktan yoruldum. 23 gündür eve stokladıkları yiyeceklerle karınlarını doyurmaya çalışıyorlar. bu sabah konuştum annemle, iyiymiş. yemekleri varmış yeterince. komşumuz şehir dışına göç etti. tavuklarını anneme bırakmış. "her gün 2-3 yumurta çıkıyor kahvaltıda onları yiyoruz" diyor bana.

    bizimkiler şehir dışına çıkamadı. fakiriz biz evet. sadece bir evimiz var. hayatları boyunca yaptıkları tek birikim o ev. yalan olmasın babamın bir de arabası var.

    annem kapatıyor telefonu sonra. annemle uzun konuşmayı sevmem. çünkü telefonda sürekli ağlıyor. dayanamıyorum sözlük. dayanamıyorum annemin ağlamasına. babamı arıyorum. "baba nasılsın?" diyorum.
    iyiyim oğlum, paran var mı?
    var babacım, siz nasılsınız? işyeri ne durumda. (23 gündür kapalı ulan. ne soruyorsun?)
    ...

    sonra o da kapatıyor. oturuyorum masaya birkaç sigara yakıyorum. ciğerim yanıyor. yapamıyorum.

    lütfen yeter artık. savaşınız yerin dibine batsın. benim için savaşıyorsanız, savaşmayın. istemiyorum savaş falan.

    çocukluğumun geçtiği sokaklar hendeklerle dolu. ilk aşkımın elinden tuttuğum yollarda el yapımı patlayıcılar var. yaşadığımız evlerde insanlar ölüyor. bir asker geliyor nusaybin'e. daha önce hiç görmediği sokaklarda canını veriyor... atanamadı diye sırf parasız kalmamak için polis olan bir abi ölüyor.

    neden? ne için? kimin için?

    edit: kardeş olmadığımızı ve inşallah ölmemiz gerektiğini söyleyen insanlar var. üzülerek okuyorum. orda polis abi yazmıştım halbuki. o da insan. ona üzüldüğümü nasıl göstereyim sana, göstersem de nasıl anlayacaksın ki zaten. annem ve babam 50 yaşında insanlar. siyasetle ne işleri olur? olsalar da ölmek zorunda değil mi? pisliksiniz.

    nusaybin'de kalan herkes terörist değil mi? anne ve babam da öyle. tekrar söylüyorum. umarım bu durumu anlamak zorunda kalmazsınız.