• "sırf bazılarımız okuma-yazma biliyor ve biraz da matematikten anlıyor diye evreni fethetmeye hakkımız yok."
    (bkz: hokus pokus)
  • iyi bir öykü yazmak için sekiz ipucu veren yazar.
    1. sizi okuyan bir yabancı vaktinin ziyan olduğunu hissetmemeli.
    2. okura destekleyebileceği türden en az bir karakter verin.
    3. karakterlerden her birinin, bir bardak su bile olsa, istek duyduğu bir şey olmalı.
    4. her cümlenizi ya karakteri ya da hikayeyi ilerleten bir biçimde yazmalısınız.
    5. hikayenin başı, sonuna mümkün olduğunca yakın olmalı.
    6. sadist olun. baş karakterleriniz ne denli tatlı ve masum olursa olsun, başlarına korkunç şeyler getirin ki okurunuz onların nasıl bir insan olduğunu görebilsin.
    7. yalnızca tek bir kişiyi mutlu etmek için yazın. bir pencere açıp, lafın gelişi, tüm dünyayla sevişmeye kalkarsanız zatürre olursunuz.
    8. okura mümkün olduğunca fazla ve mümkün olduğunca çabuk bir biçimde bilgi verin. sakın ola hiçbir şeyi geciktirmeyin. okurlar, neyin, nerede, nasıl olduğunu tümüyle kavrayabilmeli; o kadar ki, hamamböcekleri son birkaç sayfayı yiyip bitirse bile okur hikayeyi kafasında tamamlayabilmeli.
    çeviri: bilge güler – futuristika.org (18 mayıs 2012)
    alıntı:http://www.edebiyathaber.net/…-vonneguttan-8-ipucu/
  • attilâ ilhan'ın öldüğünü, arkadaşım tayfun'dan gelen telefonla öğrenmiştim. otobüse atladım. attilâ ilhan'ın romanlarındaki tasvirlere uyularak düzenlenmiş bir sonbahar günüydü. yağmur, otobüsün camlarına çizgiler çekerken gözlerim doluyordu...

    iyiden iyiye azrail'in sekreterliğine soyunan tayfun'dan bir telefon daha: "haberler kötü: senin adamın, vonnegut gitmiş, başın sağolsun."
    tayfun bunu söylediğinde, dişçi koltuğundaydım. telefon çalınca, işyerinden arıyorlar sandım. geç kalmıştım. dişçiden korktuğum için gözlerimi yumup ağzımı açıyordum. kısa bir mola isteyip telefona baktım: "vonnegut gitmiş."

    dişçi, ağzıma uzattığı işkence aletleriyle gürültü yapmaya başladığı sırada, gözyaşlarımı tutamadım. korkudan ağladığımı sandı. halbuki, bu, yani dişçi koltuğunda ağlamak, benim yas tutma biçimimdi. yo, belki de, kurt vonnegut'un tercih edeceği türden bir uğurlama biçmi...
  • ''...amcam alex vonnegut bana çok önemli bir şey öğretmişti. işler sahiden iyi gittiğinde mutlaka fark etmeliyiz, derdi. büyük zaferlerden değil, basit anlardan bahsediyordu. bir ağaç gölgesinde limonata içmek ya da fırından gelen ekmek kokusunu almak veya balık tutmak yahut karanlıkta dikilirken, belki bir öpücüğün ardından konser salonundan gelen müziği dinlemek gibi... bu tür zamanlarda yüksek sesle, ''daha ne olsun?'' demek çok önemlidir, derdi.''
  • çok sigara içtiği halde ölemediği için, paketin üzerindeki taahüdüne uymadığı gerekçesiyle, sigara şirketine milyon dolarlık dava açacağı şeklinde bir espri yapmış yazar.

    (bkz: pall mall)

    vonnegut'un konu hakkındaki sözleri de aşağı yukarı şöyle;

    ''12 yaşımdan beri filtresiz pall mall'den başka sigara içmedim. ve yıllar var ki brown&williamson hem de paketin üstüne yazarak beni öldürmeyi vadediyor. ama artık 82 yaşına geldim. eksik olmayın sizi pislikler.''
  • turkceye cevrilmis kac kitabi var bilmiyorum ama buyuk kismini okudum. ve maalesef bu okumanin ancak yarisinda falan fark ettim ki, kurt vonnegut'un kitaplarini, kilgore trout'un ve eliot rosewater'in farkinda olarak en bastan okumak lazim.

    kurt vonnegut'un eserlerinin her biri ayri birer dunya degil ama kafasi tek basina bir paralel evren. trout ve rosewater karakterleri o evrenin ev sahipleri. evreni gercekten kavramak icin de butun romanlari bu gozle okumak sart.

    eh, bana uyar :)
  • yasayan en iyi amerikan yazarlarindan biridir ve oldugunde de olen en iyi amerikan yazarlarindan biri olacaktir.. ciddiyet, butunluk, devamlilik gibi cagdaslarinin yer yer gereksiz bir hirsla kovaladigi unsurlara zerrece aldirmadan ve ironinin dozunu her daim yuksek tutmak suretiyle nefis romanlar, oykuler hediye etmistir insanliga.
  • volkswagen 1988’de time dergisinde yayımlanacak bir reklam dizisi için pek çok saygın düşünürden yüz yıl sonrasına birer mektup yazmalarını istemiş. projeye katılanlar arasında yazar kurt vonnegut da varmış.

    işte, vonnegut'un mektubu:

    m.s. 2088’in bayanları ve bayları,

    bana, geçmişten miras kalan bilgece sözlerin hoşunuza gidebileceği ve yirminci yüzyılda yaşayan bazılarımızın size böyle sözler göndermesinin iyi olacağı söylendi. shakespeare’in hamlet’indeki polonius’un tavsiyesini hatırlar mısınız acaba?

    “hepsinden öte önce kendine doğru ol.” ya da st. john the divine’da (incil, vahiy) geçen, “tanrı’dan korkun, o’nu yüceltin! çünkü o’nun yargılama saati geldi!” emrini? yaşadığım yüzyıldan size ya da aslında herhangi bir zamanda yaşayan herhangi birine verebileceğim en iyi öğüt sanırım, içkiye tövbe eden bir alkoliğin ettiği dua olacaktır. “tanrım, bana değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenebilmem için huzur, değiştirebileceklerim için cesaret ve aradaki farkı anlayabilmem için akıl ver.”

    bizim yüzyılımız, öncekiler gibi bilge sözlerin bolca sarf edildiği bir dönem olamadı bence çünkü insanlığın vaziyetiyle ilgili en güvenilir bilgiye ilk biz ulaştık. kaç kişiydik, ne kadar besin üretip ne kadar toplayabiliyorduk, ne kadar hızlı üretiyorduk, bizi hasta eden şeyler nelerdi, neden öldük, yaşam formlarının bel bağladığı havaya, suya ve toprağa ne kadar zarar verdik, doğa ne kadar acımasız ve saldırgan olabildi gibi, gibi… tepemize çöken bunca sorunun arasında, kim kalkıp bilgeliği mumyalayabilirdi ki?

    beni en çok şaşırtan ise doğa’nın hiç de doğa tutkunu olmadığı gerçeğiydi. gezegeni yerle bir ederken de, ortalığı yatıştırıp her şeyi farklı bir biçimde bile olsa yeniden bir araya getirirken de yardımımıza ihtiyacı yoktu ve biz canlılar, onun bunları yaparken hiçbir şeyi geliştirmediğini, sadece değiştirdiğini görüyorduk. yıldırımlar düşürüp ormanları ateşe veriyordu. tarıma elverişli arazilerin üzerine lavlar döküp, uçsuz bucaksız yollar açıyordu. buraların büyük şehirlerdeki otoparklardan farkı kalmayınca da yaşam yok oluyordu. daha evvel buzul parçalarını kuzey kutbu’ndan koparıp asya’ya, avrupa’ya ve kuzey amerika’ya sürüklemişliği vardı. doğa’nın günün birinde bunlardan vazgeçeceğini düşünmemiz için hiçbir neden yoktu ortada. şimdiyse afrika’daki çiftlikleri çöle çeviriyor. gelgit dalgalarını dev tsunamilere dönüştürmesini ya da tepemize uzaydan meteorlar yağdırmasını bekler hale geldik. yalnızca evrimin nadide örneklerini yok etmekle kalmıyor aynı zamanda okyanusları kurutup, kıtaları da boğuyor. eğer ki insanlar gerçekten doğa’nın onlara dost olduğunu düşünüyorlarsa başka hiçbir düşmana ihtiyaçları yok demektir.

    evet, yüzyıl sonrasının insanları olarak sizler bunu gerçekten anlamalısınız ve dahası bunları torunlarınıza da anlatmalısınız. mevzu belli bir sayıdaki canlıya, belli bir yerde, belli bir zamanda, belli bir miktarda yiyecek sunmaya geldiği zaman doğa acımasızlaşır. hem siz, hem de doğa böylesi bir nüfus artışı karşısında ne yaptınız peki? biz buralarda, 1988’lerde kendimizi yeni bir tür buzulmuş gibi görüyoruz. sıcak kanlı ve zeki… durdurulamaz… her şeyi çabucak yalayıp yutan, ardından pat diye sevişen ve çoğalan…

    düşünüyorum da, doğa’yla birlikte bunca insana yiyecek yetiştirmek için yaptıklarınızı dinlemeye dayanabilir miyim emin olamıyorum.

    ayrıca üzerinizde denemeyi düşündüğüm çılgın bir fikrim var. şöyle ki, başlıklarında hidrojen bombaları olan füzeleri birbirlerine bakacak şekilde çevirip ateşleyerek, zihnimizi yukarıda belirttiğim ciddi sorundan bir an olsun başka yöne kaydırabilir miyiz? – doğa bize karşı daha ne kadar zalimleşebilir ki? doğa dediğin, doğa değil midir?

    sanırım artık içinde bulunduğumuz karışıklığı daha büyük bir duyarlılıkla tartışabiliriz. umarım kör cahil optimistleri lider konumuna getirmekten vazgeçmişsinizdir. o tarz tipler yalnızca mevzunun tam olarak ne olduğu hakkında herhangi bir fikriniz bulunmadığında faydalı olurlar — tıpkı son yedi milyon küsür yıldır yaptıkları gibi. zira benim zamanımdakiler, elle tutulur işler yapabilecek büyük kurumların başına geçip, büyük felaketlere yol açıyorlar.

    şu an ihtiyacımız olan liderler ise inatla yaşama tutunarak, doğa’ya karşı nihai bir zafer kazanacağımızı iddia edenler değil, doğa'nın hırçınlığını ve makul ateşkes koşullarını dünyaya gösterecek kadar cesur ve zeki olanlardır. ateşkes koşulları ise şunlardır:

    1. nüfusunuzu azaltıp sabitleyin.
    2. havayı, suyu ve toprağı kirletmekten vazgeçin.
    3. savaşa hazırlanmayı bırakıp gerçek sorunlarınızla ilgilenin.
    4. hâlâ yapabiliyorken çocuklarınıza ve elbette kendinize etrafınızdakileri öldürmeden küçük bir gezegende nasıl yaşayabileceğinizi öğretin.
    5. bir trilyon dolar harcarsanız bilimin her şeyi çözeceğine inanmayı bırakın.
    6. siz ne denli yıkıcı ve savurgan olursanız olun, torunlarınızın bir şekilde başka gezegenlere göç edip düzgünce yaşayacağını düşünmekten vazgeçin. bu hem zalimce hem de aptalca.
    7. ve bunun gibi falan işte.

    yüz yıl sonraki hayat hakkında çok mu karamsar görünüyorum? bunun sebebi belki de bilim insanlarıyla çok fazla, siyasetçilere konuşma metinleri yazan tiplerle ise çok az vakit geçirmemdir. kim bilir m.s. 2088’de belki de, tüm hayatlarını tek bir çantaya sığdıran evsizlerin bile cebinde roketler ya da helikopterler falan vardır. herkes, dünya üzerindeki her şeyi birbirine bağlayan bilgisayarların tuşlarını tüm gün parmaklayıp, portakal sularını astronotlar gibi pipetlerle içiyorlardır.

    sevgilerle,

    kurt vonnegut

    sabitfikir'den alıntıladım. onların dediğine göre kaynak; letters of note. letters of note da kaynak olarak time'ı göstermiş. çeviren ise sevgi demir.
  • "tanrı bugün yaşıyor olsaydı, ateist olmak zorunda kalırdı" diyen yazardı..
  • "ne rolü yapıyorsak oyuz. o yüzden ne rolü yaptığımıza dikkat etmeliyiz.” demiştir. iyi demiştir.
hesabın var mı? giriş yap