• bu entry'nin devamı ingilizce konuşulanları az çok anlayabilen ve başka dil öğrenmek isteyenler için yazılmıştır. ingilizce bilmiyorsanız ne işiniz var ispanyolca ile fransızca ile olm ? manyak mısınız ?

    1- tembellik etmeyin!

    2- teknoloji gelişti. artık internet materyal kaynıyor. bir dili başlangıç veya orta seviyeye kadar öğrenmek için kurslara tonla para dökmeye gerek yok.

    3- tembellik etmeyin!

    4- internette dolaşan yöntemlerden kendinize uygun olanı seçin. ne bunlar:

    (bkz: rosetta stone) (bkz: pimsleur) (bkz: michel thomas) (bkz: babbel.com) bunları saya saya bitiremeyiz. mesela şu adam 3 ayda dil öğrenen bir insan. web sitesini ve forumunu kurcalayarak bir çok bilgi edinebilirsiniz.

    ben michel thomas yöntemi üzerinden gideceğim. pimsleur metodu kelime ağırlıklı dil öğreten bir program, michel thomas ise dil bilgisi yönüyle çok zengin ve dilin mantığını kafanıza oturtan bir yöntem.

    michel thomasmetodunda 12 dil var. seç beğen öğren. arapça, danca, fransızca, almanca, yunanca, italyanca, japonca, çince, lehçe, portekizce, ispanyol, rusça. her dilin, foundation, advanced ve review olmak üzere 3 bölümü var bazı dillerde vocabulary setleri de var ki tadından yenmez. takıyorsunuz kulaklığı dinleye dinleye öğreniyorsunuz. 3 ay telefondan müzik dinlemeseniz yukarıdaki listeden istediğiniz herhangi bir dilin temelini atabilirsiniz rahatça. foundation bölümü toplamda 8 cd. her birinin içinde 9-10 kayıt bulunmaktadır. ortalama süre yaklaşık 1 saat sanırım.

    hemen kısaca göstereyim mantığı:
    dil fransızca

    to know---->savoir

    i would like to know----> je voudrais savoir...

    i would like to know where----> je voudrais savoir où...

    i would like to know where it is----> je voudrais savoir où c'est.

    -----------

    something----> quelque chose

    the thing----> la chose

    the same thing---->la même chose

    to eat----> manger

    i would like to eat---> je voudrais manger

    i would like to eat something----> je voudrais manger quelque chose

    i would like to eat the same thing----> je voudrais manger la même chose.

    5- tembellik etmeyin!

    6- tembellik etmeyin!

    7- bu setleri dinledikten sonra yapmanız gereken internetten karşılıklı çevirisi olan en basit düzeydeki hikayeleri edinmek. güzel bir dilbilgisi kitabı da şart tabi. ingilizce - hedef dil şeklinde olursa daha faydalı olur bulamassanızda eliniz mahkum türkçe - hedef dil'e. fono yayınlarının bu tip kitapları var.

    bu hikaye kitaplarını yavaş yavaş okumaya başlayın. karşınıza çıkan kelimeleri ve gramer kurallarını didik didik edin. bu noktada araştırma ve öğrenme ruhuna sahip olmanız önemli bir avantaj.

    8- tembellik etmeyin olm ya!

    9- kelimeleri nasıl öğreneceksiniz ? çoğu insan fotoğrafik hafıza yöntemlerini küçümsemektedir. ancak çok işe yarıyor. türkiye'de bu işin erbabı melik duyar.

    bu konu üzerine yazılmış harika bir yazı.

    10- tembellik etmeyin! dalga geçiyorum sanıyorsunuz ama önünüzdeki en ciddi engel bu.
  • kimileri için ömür boyu süren bir uğraştır kimileri için de hızlandırılmış olarak 3-5 ayda bitiveren. öğrenme süreci ise bu işe yatkın olan ve keyif alan bireyler için şahane bir süreçtir. kişiye bir dizi anlamsız ses gibi gelen cümleler yavaş yavaş deşifre olur, anlam kazanır. eğer öğrenmekte olduğunuz dili adam gibi öğrenmek istiyorsanız ciddi bir emek gerektirir. öncelikle herhangi bir dilin başka bir dilden daha zor ya da kolay olmadığını biliyor olmak gerekir. sonra bu işin zaman ve emek gerektirdiğini biliyor ve buna razı olmak gerekir. hayatınızın hatırı sayılır bir kısmını bu işe adarsanız, yoğun bir şekilde beyniniz bu işle meşgul oluyorsa, arada kafanızın içinde söz konusu dilde sesler duyuyorsanız dilin içine girmişsiniz demektir. sonrası ona verdiğiniz mesaiye göre değişir. dil öğrenme işi aslında bir takım şifreler çözme, bir sistematiğe hakim olma çabasıdır. ana dilinizde içgüdüsel yaptığınız şeyleri bir başka dil üzerinden yaşama uğraşıdır. hangi dil olursa olsun karşınıza farklı bir kapı açar. içinde doğmadığınız bir kültürün bilgilerine sahip olmaya başlarsınız ve bu da herhangi bir şeyi okuma şeklinizi etkiler, değiştirir. öğrenmekte olduğunuz dilde bir edebiyat eseri okuyabilecek kıvama geldiğinizde elinizde dünyanın en büyük hazinelerinden birini tutuyorsunuzdur.
  • bu işi kolaylaştırmak adına iki kritik tavsiyede bulunayım:

    1) öğrenmeye çalıştığınız dilde kalın sözlüklerden (mesela ingilizceden ingilizceye) edinin ve fırsat buldukça (mesela sıçarken) sözlük okuyun. kelimelerin cümle içinde kullanıldığı örneklere ayrıca dikkat edin (bu hem canınızın sıkılmasını önleyecek, hem de kelimenin kullanımı ile alakalı fikir verecektir). eğer bir kelimenin açıklamasında bilmediğiniz başka bir kelimeye denk gelirseniz sözlük elinizin altında. açın, ona da bakın. kelime açıklamaları her seviyeden insana hitap edecek şekilde düzenlenmeye çalışıldığından bu sözlükteki bir kelimeden diğerine geçiş yöntemiyle öğrendiğiniz kelimeler her zaman ihtiyaç duyacağınız kelimeler olacaktır. ayrıca sözlüğün önünde ve arkasında yer alan resimli öğretim araçlarına sık sık göz gezdirin. burada geçen kelimeleri, cümleleri ve yapıları öğrenmeniz işin içinde görsellik de olduğundan nispeten kolay olacaktır.

    2) günün herhangi bir anında aklınızdan her ne geçiyorsa onu hedef dilde ifade etmeye çalışın. takıldığınız yerde araştırma yapın. eğer takılmanızın sebebi cümle yapısı veya bağlaçımsı bir şey ise bunu araştırın, diğer örnek kullanımlara bakın. eğer sizi sıkıntıya düşüren nokta kelime anlamı ise önce kelimenin türkçe - yabancı dilde karşılığına bakın, sonra kelimenin açıklamasını bir de yukarıda bahsettiğim sözlükten okuyun. mesela ben şu an yazı yazıyorum. ingilizce "i am writing"... hmm... kalemle yazmak "write" ama klavyede yazmak aynı mı acep? bakıyorum, "type" imiş. type'ın açıklamasına bir de ingilizce'den ingilizce'ye sözlükten bakıp cümleyi tekrarlıyor ("i am typing") ve noktayı koyuyorum.

    benim için bunlar dil öğrenmede çok işe yarayan teknikler. "hedef dilde altyazılı film izlemek" gibi yöntemlerin tamamlayıcıları (hatta çoğu zaman bunlardan daha faydalı oluyorlar). bu yüzden iş yerinizde ve evinizde bir hedef dilde, bir de türkçe'den hedef dile bir sözlük bulundurmanızı ve bu teknikleri bir denemenizi tavsiye ederim. allah zihin açıklığı versin.
  • ingilizce öğrenmek yavaş uzun bi yürüyüş yapmak gibidir, almanca öğrenmek engelli parkurda koşmak gibidir, rusça öğrenmek ayaklarınıza onar kilo bağlıyken sizin kafanızı koparmaya çalışan bi adamdan dik bi yokuşta kar yağarken çıplak bi şekilde kaçmaya çalışmak gibidir.
  • sabır isteyen bir süreçtir. bu süreci atlattıktan sonra, yeni bir alışkanlığa sahip olursunuz: başka bir dil daha öğrenmeye başlamak.

    malum, artık bir yabancı dil bilmek yetmiyor. ingilizceyi her dönem aynı şeyleri görmekten ezberledik, millet olarak. filmler, müzikler sağ olsun, kulak yatkınlığımız da olmuş, duyduğumuzu anlayabiliyoruz. biraz üzerine eğilince, çözülüyor zaten, çok büyütmeye gerek yok. tabi bunu ne zaman anlıyoruz? ikinci bir dil öğrenmeye başladığımız zaman. çünkü ingilizceden çok daha farklı, kulak yatkınlığı olmayan bir dille karşılaşıyoruz. işte o an, ingilizcenin gerçekten çok kolay bir dil olduğuna karar veriyoruz.

    ikinci dili öğrenme aşaması sancılı. özelikle de latin alfabesinde değilse bu dil. rusça'dan örnek verelim. yepyeni harfler, çoğu zaman içinde hiç sesli harf olmayan kelimeler. yeni okumaya geçme aşamasında kelimeyle karşılaşıp bakmak, bakmak. heceleyerek telaffuz etmeye çalışmak. hepsi birbirine benzeyen kelimeleri ezberlemek. dilimize yabancı olan, eril-dişil kelimeler. bunlara gelecek ekler. akıl sürekli ingilizceye kayıyor bu sırada. ah ingilizce söyleseydim şunu hemen, iki dakikada diyor insan o anda. sıkıntılı bir süreç olsa da, geçip gidiyor. tabi ki her an konuşma şansımız olmadığı için, tamamıyla hakim olamıyoruz dile. ama derdini anlatacak kadar bilmek durumu gerçekleşiyor. zaten anadilimiz gibi bilmek değil amaç. idare etsin yeter.

    ikinci dilde iyi bir seviyeye geldikten sonra, farklı bir şey aramaya başlıyoruz. acaba başka bir tane daha mı öğrensem? ama bu sefer kolay olsun. yine uğraşmayalım yepyeni kurallarla. türkçe'ye benzer olsun, ingilizcenin kolaylığı olsun. tabi. asya'ya uzanalım biraz daha. çince? yok o çok zormuş. japonca? onu da zor dediler. cesaret edemem şimdi. e peki korece olsun o zaman. hem sinemasını da takip ediyoruz. tamam, korece olsun. başlıyoruz koreceye. yine farklı bir alfabe. ama öğrenmesi oldukça eğlenceli bir alfabe. bunda da samimiyete göre değişen hitap şekilleri karşımıza çıkıyor. belli bir kural var. çok zor değil. uğraşıyoruz. öğrendikçe daha da eğlenceli gelmeye başlıyor. bu biterse artık yenisine başlamamalıyım diyoruz içten içe. her şeyin bir sınırı var değil mi?

    artık meraktan mıdır, heves midir, doyumsuzluk mudur bilemem. ingilizceden farklı olarak, yeni bir dil öğrenmeye başlarsanız, alışkanlık haline geldiğini göreceksiniz. yalnız sabır gerekiyor. bir de boş vakit. yeni dil öğrenmenin en güzel yönü ise, yeni tanışılan dilde cümle kurmaya çalışırken, akıldan türkçe değil de, öğrenilen diğer dil üzerinden mantık kurmaya çalışmak. bunu farkettiğiniz gün, diğer dilde de bir şeyler bildiği geliyor insanın aklına, belirli belirsiz bir mutluluk oluşuyor. bir süre sonra, aynı cümleyi bilinen tüm dillerde kurabilince, mutluluk tavan yapıyor. ama dediğim gibi, herşeyin fazlası zarar. abartıp da, kafayı sıyırmamak gerek. kendi dilimiz neyimize yetmiyor? tamam yetmiyor ama, dil öğrendikçe de gidilecek ülke sayısı artıyor. masraf çıkarmayalım, ingilizce yeter, diyerek saçmalıyorum ve bitiyorum. dil öğrenenlere de sabır diliyorum. saygılar.
  • geçen hafta yazdığım almanca/@metonymics ve almanca öğrenmek/@metonymics entry’lerinden sonra aldığım mesajlar bana dil algımızda dünyaya bakışımıza paralel bir sorun olduğunu düşündürdü. örneğin “şunun karşılığı nedir? bu nasıl söylenir almanca?” gibi sorular baştan hatalı sorular. bir şeyin tam karşılığı aranmaz, o dildeki dünya algısına bağlı olarak ifadesi değişir çünkü. bu nedenle öğrenmek istediğiniz dilin içinden nasıl bakılıyor hayata, buna yoğunlaşmak lazım. oysa bizim hayatla alıp veremediklerimiz, dünyayla ve insanlarla kurduğumuz ilişki, kötü eğitim temelimiz, karşılaştırma, soru sorma ve düşünce üretmedeki temelsizliğimiz, her şeyimiz baştan fiyasko. yabancı dil öğrenmedeki başarısızlığımızın sebebi bence her alandaki eksik, gecikmiş ve yarım yamalak inşa edilmiş bilim nosyonumuzla ve moderniteyi tepeden inme yaşamakla ilintili.

    dağınık bir yazı olacağını hissediyorum, ama aklımdakileri toparlamaya çalışayım.

    yabancı dil öğrenmek her şey gibi life long learning bir süreçtir, ömrü billah sürer. sevgi gibi beslenir, korku gibi büyür, nefret gibi iter bizi ya da kendine çeker. değişir, gelişir, geriler, ama bitmez. “ben bu dili öğrendim, biliyorum.” diyemeyiz. anadilimizle ilgili bile bir sürü şey öğreniriz her gün. en azından sözcük öğreniriz, bilimsel terim öğreniriz ya da gençlik diline has yeni kullanımlar, tuhaf, uyduruk, güncel kelimeler duyarız. zaten var olan bir kavramın yeni versiyonlarını öğreniriz. öğreniriz de öğreniriz, bunun sonu yoktur, olamaz.

    yabancı dil öğrenmek de böyle bir şeydir ve bizler için sancılıdır. emek, çaba, zaman, istikrar, sabır ve bitmek bilmez bir istek gerektirir. bunlar bizde yoktur. varsa da kısmi olarak bulunur, hepsi bir arada olmaz. biz herhangi bir şeyi bilmediğimizi söylemeyi kendimize yediremeyiz. “ingilizce bilmiyorum.” diyemediğimiz için ingilizceyi hiçbir zaman öğrenemeyiz. ya da “ben ingiliz’in dilini bilmek zorunda mıyım?” gibi tamamen alakasız bir noktadan gireriz olaya (bu sözlükte akademisyenlere yabancı dil zorbalığı diye bir başlık açıldı ve bu başlığı açmaktan utanmayan araştırmacı “ben ingilizin dilini bilmek zorunda mıyım?” diye sormaktan da utanmadı).

    oysa yabancı dil öğrenmenin ilk şartı bilmediğini kabul etmek ve kendini tanımaktır. kendini tanımak ne demek? dil öğrenme konusunda kendini tanımak belleğini bilmek, nasıl öğrendiğini bilmek, dil yeteneği olup olmadığını bilmek, ezberci olup olmadığını bilmek demek. belleği görsel veriyi mi, işitsel veriyi mi daha kolay işleyip depoluyor, bunu bilmek demek. azimli midir, kaytarmaya yatkın mıdır, “hallederizci” midir, bu soruların hepsini açık yüreklilikle yanıtlamak demek. eğitim temelinin sağlam olup olmadığını, sistematik düşünüp düşünmediğini, öğrenmek istediği yabancı dili neden öğrenmek istediğini iyi bilmek ve kendimize dürüst olmak demek.

    yeni kuşaklar, gençler biraz daha talihli, ama türkiye’de doğan, büyüyen, okuyan, çok iyi okullara gitme fırsatı bulamayan kimseler için emek, çaba, para, zaman gerektiren uzun ve meşakkatli bir yol yabancı dil öğrenmek.
    neden genç kuşaklar daha şanslı?
    çünkü imkanları kısıtlı değil ve eskiden bir dünya paralar bayılan kaynaklar artık muhtelif sitelerden çatır çatır indirilebilir. dünyanın hemen her ülkesinin gazetelerine erişebiliriz. film, dizi, çizgi film izleyebiliriz. bunlar sandığımızdan daha büyük fırsattır. hatta eski dönemlere nazaran fırsat eşitliği yaratmıştır.

    neden çok önemli bunlar? anlatayım:

    ben 2010’lu yılların başında bir üniversitenin yabancı diller yüksekokulu’nda çalışırken ne sınavı olduğunu şu anda anımsayamadığım bir muafiyet, yeterlik, erasmus vb. mülakatında tesadüfen fransızca hocasıyla aynı anda görevlendirilmiştim. fransızca okutmanı yaşını başını almış, ufaktan emeklilik planları yapmakta olan hoş bir hanımdı. bir öğrenci geldi; gayet sempatik, pozitif, güler yüzlü, pek gergin de değil. okutman başladı selam sabah, adın ne, yaşın kaç, bu sınava neden girdin falan fıstık (bundan sonrasını anlayamadım tabii ben). ama gördüğüm en önemli şey öğrencinin takır takır konuşabildiğiydi. çocuk konuştukça hoca şok geçiriyor, bir yandan mutluluktan ağzı kulaklarında, ama bir yandan da yüz ifadesi sanki korku filmi seyrediyormuş gibi. neyse sınav bitti, hoca hanım kalktı öğrenciyle tokalaştı, çocuğu tebrik etti. ben bakıyorum “n’oluyo yahu” diye. çocuk derslikten çıktı, o anki sözlü sınavdan elbette çok yüksek bir notla geçti. hoca da anlatıyor bana “görüyor musunuz? heves etmiş, kendi çalışmış. bu kadar fransızcayı kendi kendine öğrenmiş. bilgisayarına bir şeyler mi ne indirmiş, oralardan çalışmış. ben hacettepe mezunuyum, 80’lerde biz okurken bu kadar iyi konuşamıyorduk sınıfta.” dedi. o gün her öğrenciden sonra hoca hanım habire “inanabiliyor musunuz internet sayesinde öğrenmiş?” dedi.
    yıl sanırım 2011 falandı.
    ve bu örnek bizim yüksekokulda – özellikle modern dillerin yan branşlarında – bir süre konuşuldu durdu. kitap indirilebiliyordu tabii, ama bu kadar çeşit bulunmuyordu. akıllı telefonlar yaygın değildi, kullanımda olanları yarım akıllıydı. telefona sözlük indiren öğrenci falan yoktu o sıralarda. ben sonradan fakültede çalışmaya başladığımda da yüksekokulda çalışırken de basılı yayınlardan, tuğla gibi sözlüklerden bir sürü sınav yaptım. çok eskilerde değil, 2000’lerin ortalarında bile öğrenciler çeviri sınavlarına üç tane sözlükle girerdi. kitap, lügat, sözlük taşırken sırtı ağrırdı herkesin. teknoloji cebimize bir anda girmedi. telefona önce müzikçalar girdi, sonra fotoğraf makinesi, sonra el feneri, pusula, kızılötesi, bluetooth girdi, en son da internet. şimdi hiçbir filoloji öğrencisinin cilt cilt sözlük taşıdığını sanmıyorum.

    tamam, bunlar yoktu ya da kolay ulaşılabilir değildi belki, fakat kimsede “ille de yurt dışına gideceğim” fikri de yoktu. her şey kademe kademe oldu. gezi oldu, maden faciaları oldu, ekonomik darboğaz oldu, özgürlükler iyice kısıtlandı, zaten bocalayan üniversitelerin tepesine koca bir karanlık çöktü. velhasıl teknolojik gelişmeler gibi türkiye’den defolup gitme isteği de büyüdü, her yanı sardı. yabancı dil öğrenmenin yalnızca yöntemleri kolaylaşmadı, gereği de yepyeni bir boyut kazandı böylece. şimdi herkes language freak (neden gitmek istemesin insanlar? bir kere geldikleri dünyada huzurlu yaşamak varken neden inatla fare deliğinde kalsınlar? fakat bu başka bir yazının konusu).

    peki, zaten sağlam olmayan eğitim temelimiz, birbirimizi aşağı çekme motivasyonumuz ve kötü niyetimiz bakiyken, çok uzakta değil, bu sözlükte yazılanlarda bile sürekli bir argümantasyon sorununa rastlanıyorken, ad hominem’deki başarımız göz yaşartırken, pompalanan bunca milliyetçiliğe rağmen kendi dilimizi dahi düzgün kullanmaktan aciz ve analitik düşünmekten bihaberken dünyaya yanlış yerlerden bakan bu kadar defolu insan bir yabancı dili nasıl öğrenecek? tükçeyi kaç sözcükle konuşuyorsunuz? her bir soruyu ağzınızı yaya yaya “aynaaaan” diye mi yanıtlıyorsunuz? avrupa’ya ilginiz hatun düşürme odaklı mı?

    motivasyonunuz nedir? türkiye’den kaçmak!

    bu cevap tek başına yeterli değil, bunun da altını doldurmak lazım. neden? kaliteli yaşamak için? daha güzel bir gelecek için? sağlıklı çocuklar büyütmek, güvende hissetmek için?
    oysa bunları size sunan ülkeler yüzyılların birikimiyle, teknik, bilimsel, sanatsal, kültürel etkinlikleriyle, kanlı tarihleriyle, ekonomik buhranlarıyla defalarca cendereden geçerek şimdiki halini aldı. oraların yerli halkı habire okuyor genelde. bir yabancı dili çocukluğunda gramere boğulmadan tatlı tatlı öğreniyor.
    yıllar sonra yabancılara türkçe konusunu da gözlemleme fırsatım oldu. örneğin almanlar derse geldiklerinde işten çıkıp gelmiş olsalar da, yorgun olsalar da, hava kötü olsa da, hava günlük güneşlik olsa da hep aynı azim ve dikkatle dersi dinliyorlar. derste ne görüyorlarsa bunun üzerine düşünüyor, bolca soru soruyorlar, film izliyorlar, espri yapmaya çalışıyorlar, sabaha karşı mail bile atıyorlar bazen.
    nasıl oluyor bu?
    çünkü neden o derse geldiklerini biliyorlar. hobilerine zaman ayırmanın keyfiyle dil öğreniyorlar, aşık oldukları birinin anadilini öğrenmek için çabalıyorlar vb. üstelik ta temelde sorgulamaya yatkın yetiştikleri için yabancı dil öğrenme işine giriştiklerinde pek tökezlemiyorlar. konuşmaktan da çekinmiyorlar.

    iyi de bizde durum nasıl? böyle değil elbette.

    yalnızca kötü eğitim, fırsat eşitsizliği, talihsizlik değil sorun. sorun kendi vasat koşullarından memnun olmak. kendini bilmemek, tanımamak, niteliksiz olduğunu kabul etmemek. iki satır okumaktan imtina eden, saçma sapan devşirme sitelerde reklamlara boğulma pahasına “hap gibi bilgi”nin peşine düşen, edindiği bölük pörçük yığınla hava atmaya kalkan tipler olduğunu görememek sorun. yani toplumsal düzlemde bir talihsizlik, bireysel düzlemde de bir bilinçsizlik hâkim.

    eldeki bu verilerden hareketle adım adım yazacağım:

    en önemli sorunlardan biri “grammar-translation method” (alm. grammatik-übersetzungsmethode). hani ilkokulda, ortaokulda, lisede “evveeet çocuklar/arkadaşlar, ne diyor bu cümle?” diye soran ingilizce öğretmeniniz vardı ya, işte ona bu soruyu sorduran yöntem. bu yöntem ne biliyor musunuz? klasik filolojinin, yani eski yunanca ve latincenin geleneksel öğretim yöntemi. gramer kuralını öğretip cümleyi çevirtiyor, çeviri sırasında bu kurala uymanızı ve güya cümlenin anlam yükünü çözümlemenizi bekliyor (aslında çeviriyi de araçsallaştırıyor). ne demiştik? grekçe ve latince. yineliyorum; antik yunanca ve latince (ortaçağ)! anlatabiliyor muyum? yani şu anda hiç kimsenin konuşmadığı iki klasik dilin öğretim yöntemi bu. yazılı kaynakları hatmetmeye yönelik bir çalışma yöntemi ve filologların kullanımı için geliştirilen bir teknik. antik bir yazıtı, bir kilise kaydını vb. alın çözümleyin diye okumaya yönelik geliştirilen çok eski ve ilkel bir teknik.

    oysa siz konuşmalısınız. konuşacaksınız, değil mi?

    elbette konuşacaksınız, ama biri geçecek karşınıza “bro, o kelime öyle telaffuz edilmiyor ki” diyerek gevrek gevrek gülecek, zaten zor topladığınız moralinizi bozacak. bunları kabul ederek girişmelisiniz bu işe. türkiye sizi çukura çekecek. çevrenizdeki insanlar donanımlı değillerse de sanki kendilerininki normalmiş gibi “entel dantel” diye alay edecekler sizinle. “niye bu kadar çalışıyon oolm?” diyecekler. siz de sanacaksınız ki konuşup duranlar, bunları söyleyenler haklı. dil öğrenmek boş yere bunca çalışma gerektiriyor. halbuki şimdi nargile kafede, birbirinin aynı olan barlarda, tabağı büyütüp porsiyonu küçülterek üstüne hardal sıkınca paranızı cukkalayan özelliksiz mekanlarda hormonlu tavuk salatası yiyerek hayatınızı yaşayabilir, gününüzü gün edebilirsiniz.

    nerede, nasıl leş bir ortamda olduğunuzu bilin, günü verimli geçirmek için planlı olun.
    bu ortamda en önemli şey motivasyondur. adına ilgi diyelim, merak ya da istek diyelim, hepsi aynı yere çıkar.

    eskiden bu ilginin kaynağı belli olmazdı. insanın içinden gelirdi bu tür şeyler. iç motivasyon söz konusuydu. şimdi ise tamamen dışa bağlı bir motivasyon mevzu bahis. dolayısıyla pamuk ipliğine bağlı bir istek var. bir anlık hevesten farkı hafif bir öfkeyle dolu olması: “öğrenicem lan ben bu zıkkımı, gidicem buralardan”. bakın goethe institut’lara, tüm sınıflar hekim dolu. üstelik birbirlerine bileniyorlar derslerde. varsa yoksa almanya’ya gitmek. ama bu motivasyon aldatıcı, zayıf ve nefret içerikli.
    yukarıda verdiğim örnekte kendi çabasıyla fransızca öğrenip konuşan çocuğun motivasyonuyla harıl harıl almanca çalışan doktorların motivasyonu aynı değil. öğrenci içinden gelen bir itkiyle seve seve fransızca öğrenmiş, hekimler ise isveç kendilerine fırsat tanımış olsaydı isveççe, hollanda olsaydı flamanca, danimarka olsaydı danca öğrenmek isteyeceklerdi. birinde dil özellikle öğrenmek istenilen, kişisel ilgiyle tercih edilen yabancı dil, diğerinde koşullara bağlı herhangi bir yabancı dil. bir yabancı dili öğrenmeyi kafaya taktıysanız bu takılma içsel bir itkiye bağlı olmalı, harici sebepler kısa ömürlü gaz verir ve bu denli öfke yüklü olduğu için iç huzurunuzu bozar. keza “almanya’ya kapağı atmak” için öfkeli bir yarış halinde olan hekimler hayatlarının daha önceki dönemlerinde almanca öğrenmeyi düşünmüyorlardı muhtemelen, uzmanlıklarını hiçe saymayı göze alıp göçmeyi planlamıyorlardı. dolayısıyla onlardaki bu gecikmişlik hissi insanı yoran bir şey düpedüz, oysa fransızcayı kendi çabasıyla öğrenen öğrencinin ilgisi daha kıymetli ve sağlıklı.
    kıssadan hisse: ilginiz dışsal bir sebebe değil, iç motivasyona bağlı olsun.

    belleğinizi ve kendinizi tanımanız dili hangi yolla öğrenebileceğiniz konusunda fikir versin size. türkçeyi bile çok iyi konuşamadığınızı fark edip dilin kendine saygı duymayı öğrenin. dile yatkın değilseniz konsantrasyonunuzu yitirmeden çalışmanız gerektiğinin farkında olun.

    pimsleur, memrise, duolingo, rosetta stone, busuu gibi pek çok uygulama var. deneyin, hangisinden verim alırsanız onu kullanın. podcast ve radyo dinleyebilirsiniz, film izlersiniz, gazete, kitap, kısa öykü ve masal okursunuz. bunların hepsi gereklidir. benim önerim ise kesinlikle çizgi film izlemektir. öğrenmeye giriştiğiniz dilde çizgi film izleyerek kısa zamanda güzel bir aşama kaydedersiniz. a2 düzeyinin sonunda düzenli olarak çizgi film seyredin. b1’de masal, çocuk ve gençlik öyküleri okumaya başlayın, b2’de de bol bol gazete, dergi, yemek tarifi, paketlerin arka yüzleriyle haşır neşir olun. merak ettiğiniz herhangi bir konuyu öğrenmek istediğiniz dilde araştırın. mesela yürürken sokak lambası gördünüz, kafanıza takıldı ve ispanyolca öğreniyorsunuz o sırada. eve gidin, bir soyunup dökünüp gevşeyince açın ispanyolca wikipedia’dan okuyun sokak lambasının tarihini. telefonunuz, bilgisayarınız ispanyolca olsun. yukarıda değindiğimiz örnekte kendi hevesiyle çatır çatır fransızca konuşabilen öğrencinin o yıllarda bu uygulamaların hepsine birden erişim olanağı olsa nasıl da daha iyi olacağını bir düşünün!

    --- buraya bir not sıkıştırıyorum: ne dedik? okuyun, izleyin, merak edin… zack! merak? hangi merak? sokak lambasına yönelik merak. var mı bizde? yok, değil mi? boş geldik boş gideceğiz, öyle mi? böyle olmayın, allah aşkına biraz çaba gösterin, biraz yontun kendinizi. hadi diyelim ki ilgi alanınız porno ve siz de rusça öğrenmeye çalışıyorsunuz. açın pornonun nerden çıktığını, ilk pornoyu, sektörel gelişmeyi falan rusça okuyun. ya da siz bu işin tarihiyle hiç ilgilenmiyorsunuz aslında, varsa yoksa haz. o zaman da açın porno seyretmenin psikolojisini okuyun. yapın abi bunu, yapın! ama okumak zor gelir bize. hap gibi bilgi varken, podcast, social networks, influencers gibi envai çeşit içerik üreticisi varken okumak da neymiş? ---

    birkaç dili aynı anda öğrenmeyi önerenler olmuş. dilerseniz onu da deneyin.
    dilin konuşulduğu ülkede bulunmak elbette çok önemli, ama mesela almanya’ya gidip dönercide takılırsanız olmaz. isviçre’ye gidip dağ başında turkish community’yle gezmek işinize yaramaz. kafa göz yarıp konuşun. kimse size “abi, o öyle telaffuz edilmiyor” demez.

    hata yapmaktan çekinmeyin, bunu zaten yapmayın. hem hiç kimse mükemmel değil hem de zaten türkçede de çok başarılı değiliz. sözlükte hatalara dikkat çeken kullanıcıları akıllarınca yeren tuhaf bir kitle var örneğin, inatla kültürsüz kalmak isteyen insanlar var. bu tipler siz bir yabancı dil öğrenmek istediğinizi söylediğinizde sizinle dalga geçmeye kalkan vasıfsızlardan farksız. anadilini düzgün yazmaktan, konuşmaktan aciz insanlarla dolu olan bu ortamda hiç kimse yabancı dil öğrenirken yaptığınız hataları eleştiremez.

    yabancı dil öğrenmek beynin neresini çalıştırır, iq’yu ne kadar yükseltir, alzheimer’ı nasıl önler gibi hedefi şaşırtıp dikkat dağıtan konulara girmeyin. içinizden kendiliğinden gelen bir dürtü varsa bu tür konular faso fisodur.

    bir de tüyo vereyim. “okunduğu gibi yazılmak/yazıldığı gibi okunmak” bir dili kolay ya da zor yapmaz. üstelik international phonetic alphabet’te (ipa) sesler bellidir. aslında her dil yazıldığı gibi okunur, çünkü ilgili harfin o dildeki sesi bellidir, o okunduğu sestir. “okunduğu gibi yazılmak” günümüzde bir argüman değil, aksine boş beleş bir iddia.

    son önerim de mimetik bir tarzla öğrenme, taklit ederek, bildiğiniz ifadeleri dönüştürerek, şarkı dinleyip ezberleyip söyleyerek, bir çocuğun dil öğrenmesi gibi öğrenme. bunu da belki ileride uzun uzun yazarım.

    çocuklarınızı "üç dil öğretiyorlarmış" diye apartmana tabela asılarak yapılan "özel" okullara, yandan yemiş "kolej"lere vermeyin bence. maddi imkânlarınız elveriyorsa geleneği olan kolejlere gönderin. en azından ilkokulda ve ortaokulda çok iyi okullara gönderin ki çocuk iyi bir devlet lisesi kazansın. anaokulunda almanca 10'a kadar sayıp ispanyolca günleri, ayları ezberleyen, "twinkle twinkle little star, how ı wonder what you are" diye şarkı söyleyen minikler aslında yabancı dil öğrenmiyor.

    son olarak
    antik dönemde delphoi'daki tapınağın kapısına "kendini tanı!" yazmışlar, erkenne dich!
    kalın sağlıcakla!
  • alışveriş yapacak ve az çok kendini ifade edebilecek kadar bilmek için - 500 saat
    günlük gazete ve dergilerde yazılanların %50'sini anlayabilmek için - 1000 saat
    kendini ortalama bir yabancıya iyi ifade edebilmek ve normal bir diyalog için - 2000 saat
    yabancı bir dildeki edebi bir metni anlayıp aynı dilde yorum yapabilmek için - 3000 saat

    çalışma gerektirir.

    sonrası yeteneğinize ve azminize kalmış.
  • biraz irade, motivasyonu canlı tutacak yöntemler, gaz unsuru olarak en az bir arkadaş* ve -illegal ortamlardan indirebileceğiniz- sağlam bir eğitim setiyle kendi kendinize oturduğunuz yerden bile yapılabilir.

    (bkz: pimsleur)
    (bkz: assimil)
    (bkz: fsi)
    (bkz: michel thomas)
    (bkz: platiquemos)
    (bkz: skillcruiser)
    (bkz: colloquial)
    (bkz: fluenz)
    (bkz: rosetta stone)
    (bkz: teach yourself)
  • basit bir kural:
    iyi yazmak istiyorsanız bol bol okumalısınız.
    iyi konuşmak istiyorsanız bol bol dinlemelisiniz.
  • yabancı dil öğreniminin % 50'si motivasyon % 50'si çalışmak diye düşünmekteyim. 21-22 yaşında 2 yabancı dilde(ingilizce, almanca) gerçekten iyi olan, 2 yabancı dili(ispanyolca, yunanca) de öğrenmekte olan bir kişiyle tanışmak fevkalade gaz unsuru olabilir. oha oha diyerekten aranmaya başlarsınız, acaba ne öğrensem, ne yapsam, hangi dili kaç ülkede kaç milyon kişi konuşuyor diye. bu arkadaşın üniversitede kendi anadilinde eğitim aldığını ve dil bölümü okumadığını da belirtmek isterim.
hesabın var mı? giriş yap